Manevî Körlükten Akleden Kalbe Geçiş
İnsanın kişiliği de tefekkürü kadardır. Yerde yürüyen insanı göklerin namzedi yapacak olan sır da işte buralarda gizlidir.
Rabbânî ve nebevî terbiye, insanı bütün fakülteleriyle dirilten ve aktif hâle getiren bir eğitim sürecidir. Bu terbiyede, sözlü âyetler (Kur’ân-ı Kerim) zihniyet inşasında ve hayatın Allah’ın razı olacağı bir çerçevede tanziminde çok önemli bir fonksiyon icrâ ederken; sözsüz âyetler meşheri olan kâinât da, duyguların derinleşmesinde ve ulvîleşmesinde, ilâhî azamet, kudret ve hikmetin hissedilmesinde ve nihâyet ufuk ötesi seyahatlerde önemli bir rol üstlenir.
Evet, kâinât mucize çapında sayısız ilâhî âyetlerin sergilendiği muazzam bir sergi sarayıdır. Şâirin ifâdesiyle:
Bir kitâbullahı azamdır serâser kainat
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar
Şu âlemde var olan ve cereyân eden âyetler, esasen kalbi çalıştırabilecek, işitme ve anlama duyularını aktif hâle dönüştürecek bir fonksiyona ve tesire sahiptirler. Nitekim âyet-i kerime’de şöyle buyrulur:
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? En büyük hakikatlerden biri de şudur ki: Körlük/âmâlık, başlarda olan gözlerin körlüğü değil, göğüslerdeki kalplerin kör oluşudur.” (Hac Sûresi, 46)
Akleden kalbe erişmek, ya da kalbi akleden bir hâle dönüştürmek. İşte insanı sıradan bir varlık olmaktan kurtaran sır. Bu âyetten yola çıkarak şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür: Kevnî (sözsüz kâinât) âyetler, bir taraftan kalbin idrâk yönünü açan bir anahtar vazifesi görürken, diğer taraftan da açılmasını gerçekleştirdiği bu idrâkle ötelere doğru bir seyahat imkânı doğurur. Bu durum aynı zamanda kalp gözünün de açılması demektir. Artık âmâlıktan kurtulan kalp, gördüğü her manzaradan farklı mesajlar, ibretler, ilimler ve hikmetler devşirmeye başlayacaktır.
Kalbin böyle bir akledişe ve basirete kavuşması, Kur’an-ı Kerim’de, “Ülü’l-elbâb” kıvamı olarak da takdim edilir ki, “gerçek akıl sahipleri”, “îmânla aydınlanmış idrâk ehli kimseler”, “özlerini kaybetmemiş ya da özleri çürümemiş, diri kimseler” demektir. Bu kimselerin, hassasiyetleri ve algı düzeyleri yükselmiş ve derinleşmiştir. Başkalarının anlamadığını anlar, görmediğini görür ve işitmediğini işitirler. Özellikle nice hakikatlerin şifrelenmiş bir mecmuası olan kâinât sayfalarını okuyabilme liyakati kazanmışlardır. Onların bu halleri Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde geçek akıl sahipleri (ülü’l-elbâb) için elbette nice nice âyetler/işâretler/deliller vardır. Onlar öyle kimselerdir ki, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken sürekli Allah’ı hatırlar ve zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde uzun uzun düşünürler de: «Rabbimiz! Bunları boş yere yaratmadın, seni her türlü eksikliklerden tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru» derler.” (Âl-i İmrân, 190-191)
İdrâkin derinleşmesi ve hassasiyet kazanması, ilâhî harikalar diyebileceğimiz kevnî âyetler karşısında hayret ve hayranlık uyandırır ve gönüllere tarifi imkânsız lezzetler sunar. Böyle bir kıvama erişememiş kimseler ise bu harikalar sarayında insanca dolaşma zevkinden mahrumdurlar. Onlara bu ilâhî âyetler hiçbir şey söylemez. Rabbimiz bu hakikate de şöyle dikkat çeker:
“Göklerde ve yerde (Allah’ın varlığını, birliğini ve kemâl-i kudretini isbat eden) nice âyetler (nişaneler) vardır ki (nice kimseler) bunlardan yüz çevirici olarak, üstüne basar geçerler.” (Yûsuf Sûresi, 105)
Mevlânâ –kuddise sirruh- böylelerini henüz insaniyet makamına erişememiş varlıklar olarak bir misalle şöyle anlatır:
“Öküzün biri, ansızın Bağdat’a geldi ve şehri bir baştan öbür başına kadar dolaştı. Fakat gözü, yalnız kavun ve karpuz kabuklarını gördü! (Bir medeniyet merkezi olan Bağdat’ın muhteşemliğini ve Dicle’nin ihtişamını görmedi. Zaten öküzlerin ve merkeplerin bu dünyada gördükleri, yemek ve şehvetten başka nedir ki!)
Öküzler ve merkepler; ya yola dökülüp saçılan samanlara, ya ayak altındaki çayır ve çimenlere ya da bir kenara atılmış karpuz ve kavun kabuklarına düşkündür! (Baştan aşağı göz kesilseler de kâinattaki ilâhî sanatın ihtişamını göremezler…)”
“Hayvan duygusu, o sûretleri (ilâhî tecellîleri) görseydi, öküzle eşek de vaktin Bâyezîd”i olurdu…”
Görme, işitme ve akletme fonksiyonu, tefekkürü doğurur. Tefekkür ise olgunlaşma süreçlerinde çok önemli bir vasıtadır. Tefekkürün gerçek anlamda bir sonuç vermesi, esasen kendisine sunulan verilerin/delillerin doğru ve güvenilir oluşları ile doğru orantılıdır. Bu ise basiret ve firâsetin eşlik ettiği bir görmeye, yalan yanlış haberlerden arınmış bir haber ve mesaj kaynağına ve bir de sıhhatli işler hâle gelmiş bir idrâk/akıl cevherine bağlıdır.
Basîretin (kalp gözünün) açılması, kalbin tasfiyesi yani gaflet, günah ve masiyetin oluşturduğu karanlık perdelin açılması ile, güvenilir doğru bir kaynağa ulaşmak, muhbir-i sâdık1 olan Allah elçilerine ve onlara hakiki vâris olmuş âlim ve âriflere kulak vermekle, sıhhatli bir idrake erişmek ise kevnî âyetlerle buluşmak sayesinde gerçekleşebilir. İşte böyle bir zeminde gelişip boy gösteren tefekkür ameliyesi, insanı hem derinleştirir, hem de ulvîleştirir. Zâten insanın kişiliği de tefekkürü kadardır.
Netice olarak Allah ve Resûlü’nün terbiye sisteminde, yerlerde, göklerde ve içimizde var olan sayısız âyetlerin okunması diye ifâde edebileceğimiz “tefekkür”, en önemli tekâmül vasıtasıdır. Yerde yürüyen insanı göklerin namzedi yapacak olan sır da işte buralarda gizlidir.
1- Verdiği her haber doğru olan kimse.
Adem Ergül 'ın Yazısı.