Âlemler Ötesinden Seyr-i Âlem
Merve Şanlı - Cihan Taştan
Varabileceğimiz yer; kâinatın yaratıldığı ilk saliseler... Bilimde “Big Bang” (Büyük Patlama) isminin verildiği o nokta. Büyük Patlama’dan öncesine geçmeye imkân yok, zira buna izin yok. Sübhanallah... Ne de ilginç görünüyor, her şey ve her yer iç içe..
Henüz maceramızın ilk cümlelerini okurken, heyecanımız ve merakımız mekiğimize yakıt olmuş geri sayıma hazırlanıyorduk... Belki yıllar yılı aynı heyecanı her mekiğimiz kalkarken hissediyorduk. “Seksen Günde Devr-i Alem” ve “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” isimli romanları daha okumayı yeni sökmüş, soru makinesi olan bir çocuk olarak okurken, dünyanın en bilinmez keşiflerini birlikte yaşıyorduk. Her sayfa... Her harf...
‘’Güliver’in Gezileri’’nde cüceler devletinin izini bulduğumuz o ilk andaki nefesimizin kesilmesinden ‘’Hansel ve Gretel’’in ekmek parçalarıyla çıktıkları uzun uzadıya yola çıkıyorduk... Ama hiçbir roman, hiçbir hikaye ve hiçbir keşif bizi istediğimiz seyahate çıkaramıyordu. Ne kadar denizlerin en derinine inip binlerce fersah geçsek; ne kadar bilinmez topraklara ayak basıp, saklı devletleri görsek ve ne kadar ekmek parçalarıyla evimizin yolunu bulup uzun yolculuğumuzdan geri dönsek de hiçbir heyecan ve merak, akleden kalbimizdeki marifetullah ve muhabbetullah yolculuğuna bizi çıkaramıyordu...
“Bin ders-i maârif okunur her varakında, Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem...”
“Bu kâinat kitabının her bir yaprağında marifet ilminin binlerce dersi okunur. Ya Rabbi! Şu kâinat mektebi, tefekkür deryasına dalarak ibretler almak için ne güzel bir mekteptir” dediği gibi Ziya Paşa’nın, sanat galerisi olan kâinatı okuyabilmek için, kitabın içinde bir harf gibi olmak değil; bilâkis kâinat kitabını elimizde hıfz eder gibi ihata ederek sayfalarını çevirmeliyiz.
Biz de kendi romanımızı, âlemler ötesine çıkıp, seyrederek yazmak için mekiğimize biniyoruz. Gözümüzü çevirip de “bir bozukluk var mı?” diye evrene bakmak değil; bilâkis gözümüzü âlemlerden ayıramadan her ânımızda ‘’Kusursuz yaratansın Rabbimiz!’’ demek için mekiğimizle âlemlerin dışına çıkıyoruz... Makro âlemden mikro âleme değil; âlemlerin sınırlarını aşıp düşünce kalıplarımızın ötesinden âlemlere bakmak için, tefekkürde fersahlar kat etmek için yola çıkıyoruz... “Hansel ve Gretel”in takip ettiği izler gibi, biz de yolumuzu bulduracak güneşler gibi âyetleri izleyip, asıl heyecan verici tefekkür maceramıza atılıyoruz...
Mekiğimizle kâinat üstü mertebelere çıksak ve evreni öyle seyretsek bir an... O’nu nuruyla setreden’i müşahede edebilir miydik? Yahut önce o nurun tecellisine bakalım... Ötelerden gelen “Ol!” emrine karşılık, “feyekun’den nasibin ne gönül?” diye sorduğumuzda, aldığımız cevap ne oluyor acaba? Kendi galaksimizde “Ol! tecellilerini” görebiliyor muyuz? Zaten insanoğlu hayatın sonucu değil; belki nur üstüne nur membaından gelen ve böyle soruların cevaplarını arayan maceracılar topluluğu değil midir?
Evreni, asıl rengi olan ‘Sıbgatullah’ (Allah’ın boyası) ile müşahede edebilmek için seyahatimize devam ediyoruz...
Varabileceğimiz yer; kâinatın yaratıldığı ilk saliseler... Bilimde “Big Bang” (Büyük Patlama) isminin verildiği o nokta. Büyük Patlama’dan öncesine geçmeye imkân yok, zira buna izin yok. Sübhanallah... Ne de ilginç görünüyor, her şey ve her yer iç içe...
“Yerler ve gökler bitişik idi, onları biz birbirinden ayırdık.” (Enbiya, 30)
Semâvat ve arzın yaratılışının ilk saliselerinde bitişik olması, Ehadiyet’in kudretini gösteriyordu bize. Kâinat dediğimiz kesret âlemi, Vahdet’ten geliyordu meğer. Bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi var eden Kâdir’e, binlerce hamd...
Büyük patlama, aslında “Kün!” emrinin varlık âlemini şereflendirmesinden dolayı sevinçle bir arada duran ve cemaat şuuruna sahip trilyonlarca zerrenin bir anda cuşa gelmesi sadece... Hepsi bir yörüngede deveran etmede... Belki bir nokta; ama tüm evrene gebe... Daha yakından bakmak için çıkıyoruz yola, nokta olan evren bir anda yaklaşıyor penceremize... Gittikçe büyüyor, gittikçe büyüyor... Matruşka bebekler misali, âlemler bir bir açılıyor sanki...
‘’Gökle bir olunca, yerle bir olmamak’’ ve menzilimizi iyi tayin etmek adına biraz daha kâinatı, tefekkür merceklerimizle büyütüp derinine iniyoruz. Kuantum, o eşsiz ziynetler misali yıldızların takılı olduğu uzayda, “uzay yürüyüşüne” çıkmış gibi ancak böyle bir dizeyle açıklanabilir: ‘’Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik; Ve çevre çevre nûr, çevre çevre nûr. İçiçe mîmârî, içiçe benlik; Bildim seni ey Râb, bilinmez meşhûr!’’ (Necip Fazıl)
Makro âlemden mikro âleme her zerre O’nun coşkusuyla, nuruyla dönmekte, döndükçe Hayy’at bulmakta ve “Ol!” emrinin sırrına varmakta... Gözlerimizin önündeki hayata dair yüzlerce perdeyi aralayıp akleden kalbimizin mekiğiyle, içinde 200 milyar yıldız barındıran Samanyolu Galaksisi’ne ulaşıyoruz sonunda.
Bir ışık geliyor ötelerden...
O parlaklık, o nur...
Güneş mi acaba?
Evet!
Ama bir dakika... Bunlar bizim sistemimizin Güneş’i değil. Çok daha büyük (Aldebaran, Pollux...) Güneş’ten büyük güneşler varmış meğer... Güneşimizin yüzlerce kitaplık kütüphanede bir harf kadar olduğu şu uzay kütüphanesinde, zerre olduğumuzun en güzel beyanıydı aslında şu an gördüklerimiz...
Biraz daha ilerliyoruz..
. Evet evet, şu da Güneş olmalı!
Ama sanki milyarlarca yıldız sisteminin yerinde duramadığı gibi, Güneş de durmuyor yerinde. O da Vega Yıldızı’nın peşinde... “Kendisi için tesbit edilmiş olan bir karar yerine” (Yasin, 38) doğru, yörüngesindeki gezegenler ve yüzlerce küçük uydularıyla birlikte ilerliyor...
Şu ilerideki noktalar âlemi de gezegenler mi?
Merkür, Venüs...
Işık hızından daha hızlı bir kavrayışla bütün âlemi arşınlayıp, milyarlarca kilometrelik seyahatimizle, nihayet anavatanımıza geri döndürülüyoruz. Dünya sayılarıyla sayılamayacak kadar yıldızları geçip, sayıların cimri lütfuyla kavrayamayacağımız uzaklıklardan, kâinattaki maksadın ve meyvenin tek bir mekân olduğu yuvamıza yaklaşıyoruz. Kesretten Vahdet’e uzanıyoruz...
Evet, işte bu da Dünya!
Masmavi güzelliğiyle duruyor karşımızda. Hemen mekiğimizin girişindeki levhalar aklımıza geliyor. Güneş ve ondan binlerce kat küçük gezegenleri ve uyduları belirli bir yörüngede tutanın Allah olduğu, yine uyarı levhalarımızda asılı duruyordu. Çünkü: “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir.” (Secde, 5) Ama evrendeki marifetin “dönmek”te olmadığını susarak haykıran Hz. Mevlâna, “Her dönüşün derûnunda aslında kendi gerçeğine dönmek vardır” diye bize yüzyıllar öncesinden sinyal yollamıyor muydu? “Dönmektir sanırsın marifet... Arş dönüyor, yıldızlar dönüyor dersin. Zahirdir gördüğün, zahirde dönersin. Marifet dönmek değil, bulmaktır! Bilesin...”
Evrende durgun hiçbir şey yok! Her zerre sürekli dönmede... Semâ etmede... Tavaf etmede... “Kâbe’yi tavaf etmeden maksat ne diye?” soranlara en güzel hediye. Dön! Evine dön! Kalbine dön! Özüne dön! Ki; közün ateşli kalsın her daim. Özünden yol bulsun sözüne... Ve ulaşsın nice gönüllere... Dön! Ama unutma; marifet dönmek değil, bulmaktır aslında!
Demek henüz dönmekten kastın marifet olduğunu bulamamıştık. Daha küçüğe en küçüğe ilerliyoruz...
Güliver gibi dev yıldızların ve dünya gibi uzayda ismi anılmaz cüce bile olamayan gezegenlere seyahatimizden sonra dünyanın derinine inmeye başlıyorduk. Sadece makro âlemin değil; mikro âlemin, yani noktanın da sınırlarından geçip, perde arkasına seyahat ediyorduk...
Bulutlardan geçip, mekiğimizi bir kar kristali üzerine indirdikten sonra, yedi kat semadan arzın üzerine inmeye devam ettik. Bizimle birlikte yarışan milyarlar kar tanesi varken, sadece bizim bir kar tanesinin üzerinde olmamız, o kar tanesini özel yapmıyordu. Milyarlar yıldızın kâinat yüzünde benzersiz emsal ve süzülüşü misali, kar taneleri de birbirine çarpmadan benzersiz cemâlleriyle bizi menzilimize ininceye kadar eşlik ediyorlardı.
Hansel ve Gretel’in yakalandığı cadının evindeydik. Kazanda karıştırılan sihirli çorbadan, kâinatın sihirli dönüşüne dalıyorduk. Gezdiğimiz onca âlemde gördüğümüz tek şey, sürekli bir deveranın olmasıydı. Çorbayı karıştırırken dahi bunun temsili yaşanıyordu aslında. Onca malzemeyi bir araya koyup, bir “döngüyle” beraber pişmesini beklemek, “hareketle” mevcuttu. Zira ne diyordu Muhammed İkbal: “Hareket edersem varım, durursam yokum!”
Hayatımız boyunca yediğimiz onlarca yemeğin sihri, belki de “karıştırmakta” idi. Çorbayı karıştırmaya devam ettikçe âlemler açılıyordu sanki. Çorbanın içindeki taneler, semâzenler misali... Samanyolu Galaksisi’nin minyatürü gibi... Sahi en dıştan baktığımızda evren de böyle mi görünüyordu?
Karıştırdıkça içine diğer malzemeleri katmaya devam ediyorduk... Biraz tuza ihtiyacımız vardı. Elimizi uzattığımızda gözümüz o tuz taneciklerine takıldı. Sahi tuz, sodyüm-klorürden (NaCl) oluşmuyor muydu? Biri müthiş bir patlayıcı, diğeri müthiş bir zehir olan bu iki element bir araya gelip nasıl tuzu oluştururdu ki? “Ol! der oluverir” sırrı burada saklıydı sanki...
Yolculuğumuz ilerledikçe zerreler dünyasına doğru seyahat ediyorduk... Galaksilerden atomlara bir yolculuktu bu... Proton, elektron, nötron, baryon, fermiyon … Ve çekirdek! Öze inmiştik demek. Her zerre de yine çekirdeğin (merkezin) etrafında deveran ediyordu. Tıpkı Güneş ve etrafındaki gezegenler gibi... Sorular bitmiyordu... Sahi mikro âlemin de dışından baksak ne görürdük ki? Başka bir maceraya artık...
“Sübhane men tehayyera fi sun’ihi’l-ukul...
Sübhane men bi-kudretihi ya’cizu’l-fuhul...”
“Sanatı karşısında akılları hayrete düşüreni tesbih ederim...
Kudretiyle en üstün âlimleri bile âciz bırakanı tesbih ederim.” (Ziya Paşa)
Cihan Taştan'ın Yazısı.