Mayıs 2013 Yazı Atölyesine Gelen En İyi Yazı

Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu:  Yaşanan günlere dair sorgulama yüklü bir yazı. Uzunca bir zamandır yazı göndermemiş olmana karşılık, daha önce yazısı ‘ayın yazısı’ seçilmiş bir kardeşimiz olarak, dil ve üslup olarak belli bir seviyeyi muhafaza etmiş olmana, yani istikrarlı olmana da sevindim. Bu yazını da ‘ayın yazısı’ olarak seçiyorum. Gayretle, sabırla devam...

Arzu Bal

Modern hayat algısıyla klasik hayat algısının güç savaşına şahidiz uzun zamandır. Yeni olan, eskiye gerici yaftası vuruyor; eski, yeninin egemenliğini kabullenemiyor ama yaptırımlarını engellemek için yeterince güçlü değil. O kadar ki herhangi bir şey kulağa hoş gelmese, göze hitap etmese, kalbi titretse bile başına gelen “modern” eki onu zirvelere yerleştirmemize yetiyor. Devir bunu gerektiriyorsa yaparız, gerici olamayız diyoruz, klasik hayatın can çekişlerine kulaklarımızı tıkayarak.

Bu algıyı ne ara kabullendik, ne ara kendimizi aşağılık duygusuna ram ettik ve hatta ne ara hayata karşı komik tavırlar almaya başladık bilmiyorum. Benim yaşım yetmemiştir belki bunca değişimin seyrini gözlemlemeye. Ya da küreselleşme denilen olgu, şuan bile, kendimi temize çıkarmaya çabalayışımın başka türlü bir tezahürüdür, kim bilir.

Geçen yaz bir ablamız sohbetinde, mevcut sosyolojik yapıya ilişkin çok temel bir çıkarımda bulunmuştu. “Telefon, telefon gibi çalmalı, insan kendini ifşa etmemeli” demişti. Birkaç cümle daha kurmuştu ki telefonu çaldı. Telefon gibi. Zırr diye tabir edilen, eski ev telefonlarının çalış şekli gibi yani. Ben uzun bir süre bu telefon- ifşa konusuna kafa yordum sonra. Temel problemlerimizden birinin bu konu olduğunu o zamandan beri düşünürüm.

Aslına bakarsanız teşhircilik iliklerimize kadar işlemiş durumda. Hissettirmeden, kendini kabullendirmiş bize. Sosyal medyada tanımadığımız insanları tanıdık kabul edişimiz, “şunu paylaşayım da beni elit bilsin” diye çabalayışlarımız, sabah namazında paylaşımlar yapıp “modernim ama namaz da kılıyorum, n’aber?” diye bağırışlarımız, üç kuruş yardım ettiğimiz yada sadece desteklediğimiz vakfın, derneğin vs.. amblemini her yere dağıtıp, “böyle de yardımseverim” kibrine kapılışımız ve daha buraya sayıp dökemeyeceğim onlarca fiiliyatımız kendimizi ele güne ifşa edişimizin basit örnekleri olsa gerek.

Bu sanal teşhirciliğin yanı sıra bir de reel teşhircilik var ki içler acısı, kalp ağrısı. Marka kıyafetlerle olan koparılamaz bağımız, babamın “ele sığmaz ki o!” diyerek şaşkınlığını gizleyemediği son model telefonlarımız, üç beş saatine servet yatırdığımız düğün salonlarında (ya da düğün sarayı mı demeliydim) kim kimden daha şık yarışının ortasında kalışımız, göstere göstere takı takışımız vs…

Sahi, düğün kültürümüz vardı bizim hatırlar mısınız? Gelini kimse görmezdi mesela. Geçeceği yol battaniye, çarşaf gibi örtülerle kapatılır, mahrem gözlere uğratılmazdı. Şimdilerde sözüm ona saraylarda eşlerin geçeceği yol süsleniyor, renkli ışıklarla ilgi çifte çevriliyor. Çiftimiz sonra yüzlerce göz üzerlerinde sahnede dans ediyor. Edep kelimesi, orkestranın çaldığı “vay ben öleydim, yazıklar olsun sana hiç değmezmiş” temalı, durumla hiç ilgisi olmayan müziklerin arasından süzülüp sessizce kayboluyor. Cennet mekân padişahımız, bu günlerin geleceğini bilseydi hiç şüphesiz mektup yazmaz, bizatihi dağıtırdı Fransa’yı.

Bütün bunların nesi kötü diye düşünebilirdik ama biz amellerin gizli yapılması gerektiğini, sağ elin verdiğini sol elin görmemesi gerektiğini biliyoruz. Annelerimiz bizi, yaptıkları mayalı ekmekleri saymaya kalktığımızda, “Dur! Sayma, bereketi kaçar.” diye uyardılar yıllar yılı. “Meçhulde bereket vardır” düsturunu şiar edindik mesela sırf bu yüzden. Gün geldi; hatalarımıza, günahlarımıza kimseyi şahit tutmazsak Rabb-i Rahîmin onları daha çabuk affedeceğini öğrendik. O kadar çok şey öğrendik ki bir gün geldi, aslında o tüm öğrendiklerimizin tek bir ayette mahfuz olduğunu da öğrendik. Rabb kulunu muhatap alıp, “İnsana bilmediğini öğreten O’dur.” diyordu.

Kâlû belâ’da verilmiş sözün üzerimizdeki ağırlığı, bildiğimizi bilmezlikten gelme eyleminden koruyor bizi. Her adımımızdan sorumlu olduğumuzu, bazen kısık bir sesle, bazen haykırarak dile getiren bir vicdanımız var. Ve biz artık vicdanımıza arkamızı dönüp işlerden sıyrılıp çıkamayacak kadar iyi tanıyoruz kendimizi. Bu sistem iyi ki de böyle işliyor. Biz iyi ki kendimize sırt çeviremiyoruz. Düşünsenize, yazarını çile çemberinden geçiren kitaplar, boğaz patlatılan konferanslar, tebliğ de tebliğ diye inleyen ruhlar ve hatta şu âcizane yazı bile insanlara vicdanlarının seslerine ayar yapmaları için yazılmış değil mi? İnsan kendisini es geçebilseydi bunca şeyin bir anlamı olmazdı elbet.

O zaman soru şu: Biz bu hayatın hangi ifşa safhasında takılı kaldık ve yanlışlarımızı kendimize haykırabilme cesaretimiz ne âlemde? Acaba vicdanımızı “ayy yazııık köpekciğee!” gibi çıtanın çok altında kalan olgularla heba mı etmekteyiz?

Vicdanlara, imanlara ve haliyle hayata çekilen ayarlarla İslâmın kanatları altına girebilmeyi, bizi teşhire sürükleyecek her türlü eylemi hiç açılmayacak sayfalara gömebilmeyi Allah hepimize nasip etsin.


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.