Yusuf Deren

Yıllar önceydi. Kişisel gelişim, hızlı okuma, motivasyon, diksiyon kurslarının pek revaçta olduğu yıllar. Her taşın altından bir kişisel gelişim uzmanı çıkıyordu. Söz konusu uzmanlara, özellikle taşradan gelmiş ve bu işlere yabancı birçok politikacı seans başı yüzlerce dolar ödüyor, herkes yıllardır biriktirdiği kültürü (kültürsüzlüğü), konuşma biçimini, vücut dilini bu programlarla bir anda değiştirip bambaşka, apayrı bir Übermensch olacağını umuyordu.

O yıllarda bir sabah, şimdilerde kitaplarının üzerinde birinci 10.000, ikinci 10.000 gibi ibareler bulunan bir kişisel gelişim uzmanını Ankara’daki mütevazı öğrenci evimizde konuk ettik. Allah ne verdiyse bir kahvaltı hazırladıktan sonra kendisiyle derin bir sohbete daldık. Daha konuşmaya başlar başlamaz bize birkaç tane soru sordu. Bu numarayı sonradan öğrenecektik. Önce bizlere bilemeyeceğimiz, “zekice” sorular sorup, düşünsel anlamda kendisine medyun bırakacak, istediği gibi at oynatacaktı sonra da. “Vay ne akıllı adam” dedirtti mi size, zaten bir kişisel gelişimci işini yapmış demekti. Tabii, biz soruları bilemedik. Bu sefer ikinci sorulara geçti. Bu ikinci soruyu sadece ben bildim. Bunun üzerine bana, sen benim asistanım ol dedi. Bir siyasi partinin il başkanlarına vereceği kursun direktörlüğünü yapacaktı Ankara’da. Ve bu süre içinde ben de onun çantasını taşıyacak, “Padişahım çok yaşa!” diyecektim. Veya “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var!”

Ne oldu sonra? Program iptal oldu. O gerisingeri İstanbul’a döndü. Ben de onun bıraktığı bulaşıkları yıkadım.

Ankara’da kaldığı süre içinde bu işe nasıl başladığını, aç bîlaç gezerken S.G. adlı kitabı okuyup bundan çıkardığı notlarla ben kişisel gelişim uzmanıyım diyerek kapısını çaldığı büyük bir şirketten ilk kazancı bin doları nasıl tokatladığını, verdiği konferanslarda ön sırada oturan herkesin ismini ezberleyip “ben müthiş bir adamım” imajını nasıl verdiğini anlattı bize uzun uzun.

O gün gördüm ki, bu işleri yapmak için biraz cesaret yeterli. Ne olacakmış, ben de yaparım deyip, takım elbiseleri üzerinize çekeceksiniz, elinizde bir çanta, kaşlar hafif kalkık... İşte sana kişisel gelişim uzmanı.

Yazının başlığı kişisel gelişim kitapları ve ben daha konuya giremedim. O zaman en kısa yoldan mevzuya dalayım. Mezkur kitaplar; içinde onlarca başarmış, tutunmuş adamın hikayesini barındıran, “onlar başarmışsa bre gafil sen neden başaramayasın?” söylevleriyle dolu, üç beş günde rahatlıkla yazılabilecek risalelerdir. Bu kitaplardaki teknikler, kavramlar, örnekler genellikle Amerika’daki kitaplardan aşırmadır. Bu örneklerdeki, yaşanmış hikayelerdeki insanlar hep kocası ölmüş, çocuklarıyla bir başına yaşarken, ben de yapabilirim deyu meydana atılmış ve de milyoner olmuş kadının, veya doksan dokuz defa reddedilen kitabını yüzüncü denemesinde bastıran ve bu kitabıyla tüm dünyaya adını duyuran yazarın hikayesidir. Günün birinde ben de bu kitaplardan bir tane yazarsam şu bölümlerden oluşsun isterim:

1. Bölüm Enseyi Karatma!

2. Bölüm Kendini İfade Etme Sanatı

3. Bölüm Para Dediğin Nedir Ki

4. Bölüm Yemişim Bilgeliği Bana Ferrari Yeter

5. Bölüm Başarılı Olmanın 7500 Altın Kuralı

6. Bölüm Yürü Be! Bir de sonuna hikaye koyardım:

Açtı, üşüyordu, sefildi. Hayatta bir istediği olsun yerine gelmemişti. Sevdiği kız Ramazan davulcusuna kaçmıştı da elinden bir şey gelmemişti. Kızı boş bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıyaydı. Küçükken ustasından her gün dayak yerdi. Ustaydı; hem döver hem söverdi. Hasan 13-14 anahtarı getir, Hasan mengeneye şu parçayı bağla, Hasan şu faturayı öde, Hasan şurdan yüz gram beyaz peynirle, on sekiz tane zeytin al da gel! “Yeter be, yeter. Hasan kadar başınıza taş düşsün” deyip sokağa fırlamıştı. Birkaç kilometre yürüyüp sakin bir yere geldi. Orada otlayan koyunları gördü. Onların geçeği yere kazıklar çakıp koyunları seyre daldı. Akşam olanda, koyunların yünleri kazıklara takılanda, o da bunları toplayanda, zengin olanda, sen de bunları okuyanda, kalkanda, ben neden başaramayayım deyende, yazı burada bitende…

Yazdıkları Kendini Bağlayan Yazar

Kaç gece vardı ki uyku yüzü görmemişti. Yalnızdı. Gerçi her kesimin izlediği bir yazardı, ama ne Musa’ya yaranabilmişti işte, ne de İsa’ya. Acaba yanlış mı yapıyorum sorusu beynini kemirip duruyordu her geçen gün şiddetini artırarak. Ne kadar “Yanlış yaptığım filan yok. Ben kafama göre takılıyorum. Yazdıklarımdan ötürü kimseye hesap vermem gerekmiyor” dese de bir şeylerin yanlış gittiği muhakkaktı. Kendini huzursuz hissediyordu. En geç on yıl sonra bu piyasanın en çok tanınan, en prestijli gazetecisi olacağının farkındaydı. Bu süre zarfında eleştirilere pek kulak asmamalı, kendini korumalıydı. Hem herkesin dünya görüşü kendineydi. Yazdıkları kendini bağlardı. Postunu serdiği yerden kendisi memnunken başkalarına ne oluyordu? Amiral gemisinde yazıyordu bugüne bugün, az şey miydi?

* * *

Bilmediği şeyler de vardı. Kimse onu yazdığı bayağı magazin yazıları yüzünden eleştirmiyordu. Bu tür yazılar ancak yazarın düşünce yapısını ve ilgi alanını yansıtırdı ki bunun kimseye zararı olamazdı kuşkusuz. Ancak Müslümanları ilgilendiren her olayda kendine bununla alakalı bir geçmiş uydurarak, yani olayın içindenmiş gibi yaparak yazdığı amacı belli yazılar tek kelimeyle can sıkıcıydı. Can sıkıcıydı, çünkü bunlar özeleştiri/yapıcı eleştirici filan değil düpedüz patronun isteğiyle geçilmiş servislerdi. Böylece bu yazar özelinden/üzerinden dindarlara “Büfeci İslamcılar” gibi abuk bir adlandırmayla saldırıya geçilecekti. Aslında yazar için bu çok onur kırıcı bir durumdu. Ama sonuçta hayat bir mutualizmdi (al gülüm ver gülüm yani) ve bunu iyi kullanmak lazımdı.

* * *

Gazeteye geldiğinde ilk işi genel yayın yönetmeninin odasına gitmek oldu. Köşesinden verdiği destek için ona teşekkür etti. Genel yayın yönetmeni “Sen yeter ki görevini yap, biz sana hep destek oluruz” demedi. Başka şeyler söyledi. Yönetmenin yanında Ankara’da ikamet eden yazar da vardı. Bir türlü yıldızı barışmamıştı onunla. Zoraki gülümsemelerle selam verdiler birbirlerine.

Yönetmenin odasından hemen çıktı. Rahatsız hissetmişti kendini orada. Odasına geçti. Havasız ve sıcaktı. Hemen pencereyi açtı. Bilgisayarında yine onlarca okunmamış mesaj vardı. Dönek diyenler, teşekkür edenler, ne yaparsan yap beyaz Türk olamayacaksın diyenler… Evet, sıkıcı bir gün daha vardı önünde. Hala ne yazacağını bulamamıştı…


GENÇ'ın Yazısı.