İHH`yı Düşündükçe...
Çocukluğumda, okullar tatile girdikten sonra genelde çalıştığımı hatırlıyorum. Küçük işlerdi. Para alamadığım türden. Bakkallarda ya da marangozlarda çıraklık yapardım. Arkadaşlarımın çoğu memleketlerine giderdi, bizse akrabamız olmadığı için –ya da ilişkilerimiz sıkı olmadığı için- İstanbul’un Esenler ilçesinde kalırdık. Televizyon izlerdik sabahları. Çizgi filmler harikaydı. Örümcek Adam, Voltran ve Heidi ilk hatırlayabildiklerim. Örümcek Adam’daki kaliteye bayılır, Voltran’ın oluşmasıyla coşar, Heidi’deki dede ile hayata ve insanlara karşı sevgi duygumu çoğaltırdım. Heidi’nin dağlarda ve kırlarda gezmesi, köpeğini sevmesi ne hoştu. Cıvıl cıvıldı… Sabah izlediğim şeylerin tekrarını akşamları izlemekten bıkmazdım. Zaten Örümcek Adam yarıda kalırdı genelde, bir sonraki bölümü merak eder dururdum…
Çocukların İki Afyonu: Misket ve Maç
Çocukluğumun yaz aylarında, vaktimizin çoğunu alan şeylerden biri de misket oynamaktı. Şişelerde misket biriktirir, akşamları kayıpta mıyız yoksa kepmiş miyiz onu hesaplardık. Gün boyunca kah çukur kazar oynar kah yol boyunca dizerdik misketleri. Bir sevdaydı doğrusu.
Ve maçlar… Arkadaşlarla toplanır, sabahleyin tepeye çıkardık. Otoban kenarında kalan büyük yeşil alanlarda, akşama kadar delice top oynardık. Ne maçlar, ne maçlar… Saatlerce sürerdi. Kıran kırana mücadele eder, her maçta farklı bir heyecan yaşardık. Eve geldiğimizde de düşüp kalırdık. Şimdi o alanlar dev yapılarla doldu, Carrefour ve İKEA oldu… Hatıralarımızın da üzerinden kapitalizm geçti anlayacağınız. :)
Şimdi geriye dönüp baktığımda, keşke o denli kendimizi topun peşinde kaybetmeseydik diyorum. Gerçekten de münbit yıllardı, lakin maç sevdasına biraz heder oldu sanki. Daha faydalı şeyler yapabilirdim, farklı tecrübelerim olabilirdi…
Milli Gençlik Vakfı: Ülke Çapında Bir Yaygın Eğitim!
Sözün bu kısmında, Milli Gençlik Vakfı’nı anmadan geçmek istemedim. Çünkü çocukluğumuza damgasını vuran en önemli unsurların başında Milli Gençlik Vakfı gelmektedir. Altı yaşında tanıştığım vakfa, yedi yaşında gidip gelmeye başladım. Babamın vefatından sonra bizlere ilk sahip çıkanlar onlardı, o temiz yüzlü gönüllerdi. Sesli bir şekilde ilk şehadetimi oradaki hocalar vesilesi ile getirdiğimi daha dün gibi hatırlıyorum. Ne ilginç, ne güzel…
Yaz aylarında, Milli Gençlik Vakfı’na gitmek bir aşktı bizim için. Mahallelerden gelen onlarca çocuk vakıfta buluşur, milli ve manevi dersler alırdık. Kur’an öğrenmenin yanı sıra, Siyer, Fıkıh ve Tecvid gibi özel derslerle heybemizi doldururduk. Kitap okur, münazaralar yapardık. Büyük bir kültür ve müthiş bir tecrübeydi doğrusu…
Kamplara ve pikniklere götürürlerdi. Yaz sonunda da karne verirlerdi. Çocuk kalbimde ne büyük bir heyecandı orası. Tüm dertleri imanlı, ihlaslı nesiller yetiştirmekti. Bunun için ülke çapında –belki de dünya çapında demeliyim- çok çabaladılar, buna kıyamet günü şahitlik edeceğim…
İHH: Samimi ve Ufku Açık İnsanların Olduğu Yer!
Milli Gençlik Vakfı’nın benim için en büyük güzelliklerinden biri de o vesile ile İHH ile tanışmam olmuştu. 1997 yılında, İHH’dan Mahir Kurt abi, Esenler Fevzi Çakmak Mahallesi’ndeki MGV’ye öğrencileri ziyarete gelmişti. Orada bana “sen İHH’ya da gel” demişti ve Fatih’in Kıztaşı Mahallesi’ne davet etmişti beni. Ben de Mahir abideki vakar, ciddiyet ve samimiyetten çok etkilenmiş ve teklifini kabul etmiştim. On üç yaşındaydım o zamanlar…
Günlerden bir gün, Esenler’den metroya bindim ve Aksaray’da indim. Sonra Kıztaşı’na doğru yokuşu tırmanmaya başladım. Ve İHH’nın sanırım ilk kurulduğu yerlerden biri olan dairenin kapısını çaldım. İçeride, hiç unutamayacağım bir kişilik olan Hüseyin Kurtça vardı. Mahir Kurt abi beni selamladı ve Hüseyin abiyle tanıştırdı. Hüseyin abinin babacan tavırlarla ve güleryüzle ayağa kalkıp benimle tokalaştığını ve çok sıcak bir karşılama yaptığını hatırlıyorum.
Daha sonra fırsat buldukça İHH’ya gittim geldim. Bir bilgisayar vardı orada, oturup oyun oynuyordum. Hiç unutmuyorum, böyle bir imkan verdikleri için tarifsiz bir mutluluk duyuyordum. Çünkü o zamanlar bilgisayar benim için hayaldi. Fifa 95 oynuyordum bilgisayarda. Attığım gollerde havaya zıplayasım geliyordu. Bunu Mahir abi ve Hüseyin Kurtça da farkediyordu, gülümsüyorlardı. Lakin hiç karışmıyorlardı bana, aksine muhabbetli nazarlarla “sen mutluysan biz de mutluyuz” mesajı veriyorlardı. Bu da benim için çok farklı bir tecrübe oluyordu.
Oyuna doyduğum zaman, müsaade istiyordum. Mahir abi “hadi birlikte çıkalım” diyordu ve metroya kadar bana eşlik ediyordu. Yol üzerinde bir pastaneye giriyorduk ve pasta ikram ediyordu. Aynı pastanede sanırım birkaç defa oturduk. Ve her oturmamızda Mahir abi bana çok güzel şeyler anlattı. Ufuklarımı süsleyecek şeyler söyledi. Üniversite okuyup güzel yerlere gelmem gerektiğini hatırlattı. Boğaziçi Üniversitesi’nin adını ilk defa ondan duyduğumu ve hafızamda bir yere not ettiğimi anımsıyorum mesela…
Şimdi aklıma geldikçe dua ediyorum Mahir abi ve Hüseyin abiye. Ve onların şahsında İHH’ya. Çok güzel bir metodla kalbime girmişlerdi. Oyun oynadığım için en ufak bir olumsuz söz söylememişlerdi. Bilakis oyun oynamamdan büyük keyif almışlardı. Mutluluğum ile mutlu olmuşlardı. Sonrasında ise samimi bir şekilde yönlendirme yapmışlar, dünyamı zenginleştirmişlerdi..
İHH’nın şu an dünya çapında ulaştığı şöhreti ve büyüklüğü düşününce, aklıma hep o ilk günler geliyor ve içimden şunları geçiyorum: İHH’yı samimi, gayretli ve yüreği geniş insanlar kurdu. Allah da onlara bereket ve daha da büyümeyi nasip etti…. Buna ben yakından şahidim…
Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.