İskoçya’da güneşle başlayan sabahlara aldanma. Bir anda sisle buluşuyor göller. Yapraklar nemlenirken Ortaçağ havasına bürünüyor Glasgow. 18. yüzyıl tütün tüccarlarının şehri.

Şehirler hikâyelerin sessiz sahibidir. Tarihin sayfalarından, halkın dilinden ve yerel lezzetlerden tanırsın onu. Ara sokaklarında gezdikçe hissedersin. Gezginin hayalinde canlanır şehir. Bir günde tanıdığını zannedersin, oysa her sabah farklı yönleriyle çıkar karşına. Bir lezzet, kaybolmuş şelale, bin yıllık cami, gömülmemiş ölüler, siyah kar, gizemli şatolar...

Küçük kadınlar romanının sayfalarındayım. Sessizlik kulaklarımda uğuldarken gül kokusu doluyor genzime. Taşlı patikada yürüyorum. Gri taş kuleler sislerin ardına gizlenmiş. Uzaktan nal sesleri duyuluyor. Cawdor Castle Highland’in en romantik kalesi. Efsaneye göre Thane William kale yapmak için yer ararken altın yüklü eşşeği bir ağacın altında dinlenmeye karar verir. Kalenin yeri seçilmiştir. Mahzeninde hâlâ bulunan çobanpüskülü ağacı kuruyup odunsu bir hal alsa da yılların hikâyesini doğrular. Daha sonraları Shakespeare’in oyunu Macbeth ile anıldı Cawdor ismi. Bu benzerlik İskoç lordlarını rahatsız etti.

Şatoların giriş kapısı ikinci katta, tahta merdivenlerle ulaşılıyor binaya. Düşman geldiğinde kendi çıkış yollarını yakıp, hayatta kalmak için malikânelerinde esir olan aristokratlar. Şatolarını kuşatan asiler çadırlarını kurup soğukla mücadele ederken onlar sıcacık evlerinde. Kilerde biriktirilmiş yiyecekler sofrada. Tahta kepenkler kapalı.

İnverness İskoçya’nın kuzeyinde ulaştığım en son nokta. Şehir eski kalesi ve kilisesiyle ufak ama sempatik. Ortasından akan nehir ile bütünleşmiş. Yeşilliklerin arasına saklanmış otantik binalar ve uzun çizmeleriyle soğuk sulara meydan okuyan somon avcıları dikkat çekiyor. Bu şehirde bir hayalimi daha gerçekleştirip at sırtında İskoç kırlarında gezdim. Tepelerden nehirlere dokundum. Otlar atımın karnına değerken dörtnala ilerledim ve sisler tepelere değdiğinde vadilere seslendim.

Glasgow’a kadar doğal güzellikleri keşfederek yol alırken dünyanın ilk büyük çelik köprüsü Forth Brideges’in resmini çektim. Luss şirin bir köy. Kısa bir mola. Mükemmelliğin küçücük bahçelere yansıması. Güllerin dikenlerini umursamadan sarılmış hanımelleri, çiçek açmış değirmenler, ellili yaşlarında beyaz gelinliğiyle kiliseye giren gelin kısacası masal tadında bir köy. Standing Stones: Tümülüsleri saran dikili taşlar. Yüzlerini ölümün soğuk evine dönmüş, ulu ağaçların gölgesinde taparcasına çevrelemişler mezarları.

İkindi çayımızı içmek için durduğumuz butik otel görkemli bir şato. Yüksek tavanlar ortaçağ silahları ve av hayvanlarıyla süslü. Geyik boynuzlarından yapılmış bir koltukta oturuyorum. Çayımdan bergamot kokusu yükseliyor. Bir parça scones* alıyorum. Üzerine bolca krema, biraz da marmelat. İkindi çayı bu adanın vazgeçilmezi. Gümüş tepsilere yayılmış keten örtüler. İncecik porselen fincanlar ve tabii demlikte dinlenmiş enfes İngiliz çayı.

İskoçya’da güneşle başlayan sabahlara aldanma. Bir anda sisle buluşuyor göller. Yapraklar nemlenirken Ortaçağ havasına bürünüyor Glasgow. 18. yüzyıl tütün tüccarlarının şehri. Minik birer sarayı andıran evleri, şehrin kimliğini oluşturuyor. Şiirsel güzellikteki eski üniversite ve müze karşılıklı. Muhteşem parklara sahip bu şehrin adı “Sevgili Yeşil Yer” yüz yirmi yıllık mozaikleriyle ünlü belediye binasını gezdikten sonra kırmızı kiremit binaların sıralandığı yolda yürüyorum. Ortodoks John Knox’in heykeli Nekropol’den Kutsal Mungo’nun katedralini onaylamayan bakışlarla işaret ediyor. Mezhep sürtüşmeleri İskoçya’nın kaderi olmuş. Bu uğurda şehirler el değiştirmiş, kraliçeler idam edilmiş. Son olarak da dokumadan mimariye Mackintosh şehre imzasını atıyor ve bir numaralı eseri sanat okulu yükseliyor sevgili yeşil topraklarda.

*Şekerli İngiliz ekmekleri


Hande Berra'ın Yazısı.