SELÇUK KÜPÇÜK 1971 doğumlu. Gazi Üniversitesi’nde Psikolojik Danışma ve Rehberlik öğrenimi gördü. Bestelerini Selda Bağcan, Hasan Sağındık, Eşref Ziya gibi isimler seslendirdi. Dergâh, MerdevenŞiir, KavramKarmaşa, Hece, Gerçek Hayat gibi dergilerde yazı ve şiirleri yayınladı. Şiirleri Şule Yayınlarının Merdiven Kitapları dizisinden Kirletilmiş Ölümler Kitabı adı ile bir araya geldi (2004). Daha evvel kendi bestelerinden oluşan iki albümü olan SELÇUK KÜPÇÜK ile Çınar Müzik’ten çıkan son albümü ARTIK KUŞLARINI UÇUR ve müzik üzerine konuştuk.

Selçuk Küpçük’ün müzik yolculuğu nasıl başladı, nasıl gidiyor?

Müziğe 11 yaşında bağlama çalarak başladım. İlk bestemi de üniversite birinci sınıftayken yaptım. 1994 yılında bir bestemi sevgili Hasan Sağındık seslendirdi. Sonra aynı bestemi Selda Bağcan, Ahmet Kaya ile ortak çıkardıkları bir albümde okudu. Ardından salt kendi bestelerimden oluşan ilk albümümü yaptım. Bu arada çeşitli sivil toplum kuruluşlarının organize ettiği konserlerde sahne aldım. Eşref Ziya ve Mustafa Demirci de birer besteme albümlerinde yer verdiler. Şimdilerde ilk albümünü hazırlayan Adem Tuzcu isimli sanatçı arkadaşım da üç bestemi seslendirdi kendi albümünde. Kısa bir süre evvel de ARTIK KUŞLARINI UÇUR (Çınar Müzik) ismini verdiğim yeni albümümü çıkardım. Bu yeni albüm ile birlikte ara verdiğim konserlere tekrar başladım. Önemli müzisyenlerden oluşan orkestram ile birlikte konserlere devam ediyoruz.

Müzik sizin için ne ifade ediyor?

İçinde bulunduğumuz medeniyet müziğe özel bir önem atfetmiş. Din bile müzikten ayrı yaşanmamış bu topraklarda. Tasavvuf hareketleri aynı zamanda bizim müzik hareketlerimizdir. Daha 150 yıl önceye kadar müzik; tekkelerde, dergâhlarda meşk edilir, kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Küffarı dahi müzik ile (mehter) korkutup savaş meydanlarından kaçırmış bir milletiz. Sevdiğine aşkını dahi söyleyemeyecek kadar mahremiyet duygusu gelişmiş bir toplum olarak onu bile müzik ile türkü ile anlatmaya çalışmışız. Şimdi bu gelenekten hiç mi bir şey devralmayacağız. Elbette alacağız. Benim ilk bestelerim 12 Eylül kuşağına ağıtlardan oluşur. Bir Yalnız Savaşçının Ölümü, O Çocuklar Öyle Mahzun Ağlamaya Gittiler isimli bestelerim o kuşağı anlatır. Ben sadece kendi acılarımı, aşkımı anlatmadım. İçinde bulunduğum kuşağın şarkısını, öyküsünü anlattım. Sanatçı çağının tanığı olmalı. Tarihe not düşmeli çalışmaları ile. Arkamızdan gelecek kuşaklara yol gösterecek bir belge olarak bakmalıyız bestelerimize.

Yaptığınız müziğin diğerlerininkinden farkı nedir? Kendi müziğinizi nereye koyuyorsunuz?

Diğerleri derken aslında şöyle bir söylem geliştirmek isterim: Ben artık iki tür müzikal yapılanmanın var olduğunu görüyorum. Birincisi popüler kültür ve onun ürettiklerini kutsayan, araçsallaşan bir müzik. Diğeri de insanı kendisine yabancılaştıran sömürü düzenekleri karşısında elini kirli ilişkilerden geri çeken ve hatta kimi zaman yer altından seslenen muhalif bir yapılanma. Ben oyumu muhaliflerden, kaybedenlerden, tutunamayanlardan yana kullandım. Başından beri bireye ideolojik bir nesne gibi yaklaşan bütün yapılanmalardan uzakta kalarak, salt kendim için müzik yaparak ayakta durmaya çalıştım. Ama bunu yaparken de ayaklarımı bastığım bu soylu toprakların ürettiği değerlerden haberdar olarak ve hatta bu değerler ile Batı kapitalizmi karşısına dikilen bir mevziden konuştum. Benim asıl kaynağım bu toprakların ürettiği en sivil müzik olan türkülerdir. Kendimi bir kent ozanı olarak tanımlıyorum. 60’lardan beri bütün dünyada çoğalan bir “yeni türkü” kavramı mevcut. Yani yerel müzikten ve enstrümanlardan beslenerek, Batı müziğinin getirmiş olduğu teknik altyapıdan da yararlanarak modern bir form üretme çabasıdır bu. Bizde de aynı tarihlerde başlayan sürece eklemlenmeye çalışıyorum ben de. Unkapanı merkezli popüler müzik anlayışı verili/dayatılı bir müzikal dil üretir. Bu aynı zamanda iktidarın dilidir. Tüketim kültürünü besleyen bir hayat önerir. Bu hayatı reddeden ve başka bir dünyanın mümkün olabileceği paradigmasından hareketle yapılanan muhalif müzik hareketleri de olagelmiştir 60’lardan itibaren. Özelde Selçuk Küpçük, elinde bağlaması ile gerek resmi müzik anlayışı ve gerekse kapitalizmin bütün dünyaya dayatmaya çalıştığı müzik anlayışına sırtını çevirerek, yüzünü kopartılmaya çalışıldığımız bu soylu topraklara çevirmiştir. Ama bu başkalarının yaptığı gibi geleneği horca tüketmek ve geleneği kabaca kutsamak anlamında değildir. Çünkü tüketilen bir gelenek mevcut. Oysa olması gereken geleneğin modern zamanlarda yeniden üretimidir. Edebi metinlerde yapılan gelenek ile metinlerarasılık ilişkisi kurarak yeni metinler elde etme yönteminin aynısını müzik için de önerebiliriz. Ve bu bize yeni bir form sunar. Ki buna benzer aklı başında çalışmalar zaten yapılıyor.

Bir müzisyen olarak sizin ve yaptığınız müziğin bir misyonu var mı? Varsa nedir?

Benim müziğim hayata ve bireye ideolojik bir aralıktan bakmaz. İnsan acısının olduğu her yerde olmalıdır müzik. Sömürülen Güney Amerika’da, Afrika’da, zulme uğrayan Bosna’da, üzerine kimyasal madde atılan Halepçe’de, Çeçenistan’da, Lübnan’da, Filistin’de, Doğu Türkistan’da… Bütün bu olup bitenleri anlamamız için bir ideolojiye ihtiyacımız yok bizim. İnsan olmamızdan daha büyük ve heybetli bir varoluş var mıdır ki! Bu duyarlılık ki beni son albümüm ARTIK KUŞLARINI UÇUR’da Rusların şehit ettiği Çeçen müzisyen İmam Alim Sultan için bir ağıt söylemeye itti. Ama şunu da unutmamak gerekli: Bazı cühela, sözde sanatçı olduklarını iddia eden çapulcular insanların dini, milli ve hatta insani duyarlılıklarını sömürerek varolmaya çabalıyorlar. Ortada müzikal olarak da bir şey yok. Olmadığı için zaten söylem üzerine kurulu çalıntı müzikler üretiyorlar. Sonra kendilerini de piyasadan ayırabilmek, yani biz farklıyız diyebilmek için de yaptıkları ucube şeylere İslami müzik diyorlar. Oysa farklılık söylem ile olmaz, ancak form ile mümkündür. Evvel de bahsettiğim gibi dünyadaki Yeni Türkü/Şarkı hareketinin bir misyonu vardır ve bu misyon kapitalizm ile hesaplaşma üzerine kuruludur. Ama bunu yaparken de başka bir ideolojiyi önermemelidir insanlığa. Yani Grup Yorum’un yaptığı gibi Kapitalizmin karşısında Marksizm önermenin ötesinde bir şey söylememiz gerekli. Marks mesela İngilizler Hindistan’a girdiği zaman İngilizlerin oradaki yerli halka medeniyet götürdüğünü ima eden ve bu süreci olumlayan şeyler söylemiştir. Hâlbuki İngilizler bütün Hint yarımadasını sömürdüler. Yerel dilleri baskı altına alıp, İngilizce konuşturdular onları. Dokumacılık sektörünü ele geçirebilmek için Hintli dokuma ustalarının baş parmaklarını kestiler. Oysa benim önerdiğim dünyadan bir örnek vereyim şimdi: Osmanlı 500 yıl kaldı Balkanlar’da. Çekildiği zaman oradaki bütün halklar hâlâ kendi dillerini konuşuyor ve kendi tanrılarına inanıyorlardı. Şimdi kimin dünya tasarısı daha medeni ve insani. Grup Yorum’un önerdiği mi, benim önerdiğim mi? Burada şunu da söylemek isterim: Bizler sadece kendimiz için müzik yapmıyoruz. Kapitalizm karşısında sömürülen bütün halklar için söz alıyoruz. Neşet Ertaş, Nusret Fatih Ali Han, İmam Alim Sultan, Feyruz.. bunlar aynı müzik evreninin kardeş çocuklarıdır.

Kapitalizm, bütün dünya insanlarının birbirine benzeyen tipler olmasını istiyor. Her yerde hamburger tüketen, Kokakola içen ve kendi popüler kültürünü taşıyan müzisyenlerini dinleyen insanlar öneriyor. Biz Doğulular, Müslümanlar direnmek istiyorsak, Müslüman kalmak istiyorsak bunu, müziğimizi de anlayarak, sahiplenerek yapabiliriz. Dadaloğlu’nu, Dede Efendi’yi, Neşet Ertaş’ı bilmeden Müslüman kalamayız..

Son albümünüz ARTIK KUŞLARINI UÇUR üzerine de konuşalım biraz..

ARTIK KUŞLARINI UÇUR önceki albümlerim gibi salt benim bestelerimden oluşan bir çalışma. Bestelerin sözlerini modern Türk şiirinin günümüz örnekleri oluşturuyor. Adem Turan, Osman Sarı, Abdurrahim Karakoç, Özcan Ünlü, Nurullah Genç gibi şairlerin şiirleri şarkıya dönüştü. Ruhsati ve Erzurumlu Emrah gibi halk ozanlarının şiirlerine yapılmış besteler de var. Albümün aranjörlüğünü Gündoğar yaptı. Gündoğar müzik camiası içinde saygın bir isim. Onun bu albümde emeğinin olması beni onurlandırıyor. Piyasanın verili müzikal dilini kıran bir çalışma ortaya çıkmasında kuşkusuz kendisinin büyük payı var. Hem enstrüman zenginliği ve hem de aranje mantığı bakımından bütünüyle beni tatmin eden bir albüm bu. Çınar Müzik etiketi ile çıktı. Nitelikli dinleyiciler zaten albümü hemen farketti.

Müzisyen kişiliğiniz yanında bir de edebi kişiliğiniz var. Bu iki alan hayatınızda nasıl bir etkileşim içinde?

Babamın evde müthiş bir kütüphanesi vardı ve benim bütün çocukluğum bu kitapların arasında geçti. Babam edebiyat/düşünce dergilerini de takip ederdi. Nurettin Topçu’nun Hareket dergisi vardı mesela bizim evde. Dolayısı ile bir yandan bağlama çalarken bir yandan da entelektüel bir havza içinde büyüdüm. Modern Türk şiirinden de haberdar oldum küçük yaştan itibaren. Ama ilk şiirimi yazıp yayınlamam üniversite son sınıfa denk düşer. Müzik belki şiirimi belirlemiştir. Yani benim şiirimde sesin/müziğin ön planda olması sanırım bundan. Okuma sürecim de beni müzisyen olarak daha seçkin bir yere getirdi zihni anlamda. Yaptığım müziği hem müzikal hem de sosyolojik olarak tanımlayabilecek bir söylem alanına taşıdı en azından beni. Zaman sonra müzik sosyolojini ilgilendiren yazılar da yazar hale geldim. Bunları KavramKarmaşa, Gerçek Hayat, Hece, Kertenkele gibi önemli dergilerde yayınladım, yayınlıyorum. Modern felsefe, estetik, sosyoloji ve edebiyat merkezli okumalarım kuşkusuz yaptığım müziği etkiliyor. Yani bestelerimin form ve tematik olarak yürüyüşünü belirliyor en azından.

İlham aldığınız kişiler var mı?

Yani müzik açısından önümü açan isimlerden bahsediyorsak buna cevabım tabiî ki olacaktır. Ben çok küçük yaşlardan itibaren iyi bir dinleyici idim. İlgimi çeken bütün kasetleri alırdım. Şimdi evde belki bine yakın kaset mevcut. Ve artık çoğu antika değerinde. Dolayısı ile ortaya konan ürünleri iyi takip ettim. Ben aslında arabesk müziği önemserim. Hatta bu konuda bir iki dergide de yazı yayınladım. Arabesk bu toplumun sivil müziğidir. Resmi paradigmanın dayattığı müzik anlayışına karşı, halkın kendiliğinden geliştirdiği bir cevaptır arabesk. Söylem olarak olmasa bile, form olarak muhaliftir. Bu açıdan önemsediğim arabesk müzik sanatçıları vardı. Orhan Gencebay mesela... Sadece Türkiye için değil dünya ölçeğinde de önemli bir müzisyen ve öncüdür. 1970’lerde yaptığı aranje mantığını müzik piyasası daha son 10-15 yıldır uyguluyor. Bülent Ortaçgil de önemlidir benim için. Müziğimizin kentli yüzüdür O. Ahmet Özhan ayrıca. Bir fenomendir. Ahmet Kaya, Hasan Sağındık, Tolga Çandar’ın Çağdaş Türkü adlı grubu, Ömer Karaoğlu, Pakistanlı Nusret Fatih Ali Han, Bob Dylan, Portekizli grup Madredeus, Sting, Ümmü Gülsüm, Inti-Illimani… Bunları saymadan bugünkü modern muhalif müziği anlamak zor olur. Ve daha yığınla isim tabiî ki...

Son dönemde yapılan müzikler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Madem sordunuz yeri mi bilmiyorum ama herkeste bir Sami Yusuf büyülenmişliği var. Bakın buradan yüksek sesle söylüyorum: Ben bir tek Ahmet Özhan’ı, bin tane böyle adama değişmem. Sami Yusuf gibi adamların gelip Türk müziğine katacakları bir şey yoktur. Gitsin elin İngilteresinde orijinal olmayan melodileri üzerine İngilizce ilahiler söylesin. Oysa benim kültürüm kaç yüz yıldır özgün ilahiler ile varoldu. Biz bu müzik ile akıl hastalarını tedavi ettik. Şimdi gelip bize hava basmasının komik olduğunu genç arkadaşlara anlatmak gerekli. Bu gibi adamların ancak popüler kültür içinde bir anlamları vardı. Oysa bir Müslüman zaten popüler kültür ve onun ürettikleri karşısında durduğu sürece Müslüman kalabilir. Batılılara kendimizi şirin göstermek için de kliplerde bir yandan sırıtmanın bir anlamı yok. Çünkü Batı bizi kaç yüzyıldır “öteki” ilan etmiştir. Biz bu tür adamların yaptığı gibi sırıtarak onlara İngilizce ilahi değil, -şimdi yayınlamazsınız diye söylemiyorum- başka şeyler yapsak da bizi sevmeyeceklerdir. Müslümanların kimseye şirin gözükmek gibi bir dertleri yoktur. Müslümanların tarihleri temizdir. Oysa Batının tarihi kan, gözyaşı ve sömürü üzerine kuruludur. Daha Amerika’da 70’lere kadar zencilerle beyazlar aynı otobüse binemiyordu bile. Endülüs kaybedilince orada özgürce yaşayamayan Yahudilere kapıyı acaba kim açmıştır. Tabiî ki Müslümanlar. Bir de son zamanlarda Amerikan’dan üç zenci delikanlı getirmişler, bir yandan TV’lerde gezdiriyorlar. Neymiş efendim, bunlar Müslüman hiphopcularmış. Bunu da genç arkadaşlara anlatmak gerekli. Hiphop, rap ve hatta AngloSakson rock’ın kendi kültürlerinde karşılığı olabilir. Ama bu topraklarda sosyolojik olarak karşılığı yoktur. Bu tür müzikler protest müziklerdir ve ömürleri protesto ettikleri şeylerin ömürleri kadardır. Arızi bir müziktir yani. Bu toprakların türküleri kadar kalıcı değillerdir. Her şeyden evvel yerli değildir. Kapitalizmin ürettiği bir şeydir. Onların Müslüman olmaları yaptıkları müziğin iyi müzik olduğu anlamına gelmez. O zenci delikanlıları da kulaklarından tutup özlerine, Afrika’ya götürmek gerekli. Ya da oturup bizimle adam gibi türkü söylesinler.

Genel olarak Türk müziği nereye gidiyor?

Gitmekte olduğu yön doğru mu? Doğru değilse yönü ne olmalı? Bu benim cevaplayabileceğim bir soru değil. Yani ben haddimi bilirim. Bu ülkenin çok önemli üstatları var ve onlar önce konuşmalılar. Ama ben şunu söylemek isterim: Batı’nın tahakkümü karşısında ayakları üzerinde durabilecek ve hatta bir cevap oluşturabilecek nadir müzikal damarlardan birisidir Türk müziği. Batı, müziği ile beraber ürettiği teknoloji ile de bir hayat tarzı da öneriyor. Yani biz modernitenin ürettiği çamaşır makinesini alırken aynı zamanda bir hayat tarzı da satın alıyoruz. Modernitenin batılı insanı ne hale getirdiği ortada. Bütün postmodern felsefeciler söylemlerini bu modernizm eleştirisi üzerini durup dururken kurmuyorlar. Yani Baudrillard “simülasyon kuramı”nı keyfinden ortaya atmıyor. Kapitalizm, bütün dünya insanlarının birbirine benzeyen tipler olmasını istiyor. Her yerde hamburger tüketen, Kokakola içen ve kendi popüler kültürünü taşıyan müzisyenlerini dinleyen insanlar öneriyor. Biz Doğulular, Müslümanlar direnmek istiyorsak, Müslüman kalmak istiyorsak bunu, müziğimizi de anlayarak, sahiplenerek yapabiliriz. Dadaloğlu’nu, Dede Efendi’yi, Neşet Ertaş’ı bilmeden Müslüman kalamayız. Bugünkü ne idüğü belirsiz İslami müzikçiler(!) de Dadaloğlu’nu, Dede Efendi’yi, Neşet Ertaş’ı bilmedikleri için komik şeyler üretiyorlar. Bu Türk müziği değil zaten. Statükonun tam da görmek istediği şey aslında onların ürettiği. Burada şunu da hatırlamak gerekli: Postmodernizm ile birlikte önemi artan etnik kültür, periferinin önemi gibi konular yerel müzikleri de dünya gündemine taşıdı. Yani çok önemli caz festivallerinde mesela Türk Müziği, İran Müziği, Cezayir Müziği duyabiliriz. Bu bizi yanıltmamalı. Dünya Müziği tanıtımı altında Batı yine bizi kategorilendiriyor, algılamak istediği gibi sunuyor ve ticari anlamda da pazarlıyor. Yani Nusret Fatih’i Peter Gabriel albümüne alıyor ama O’nun yaptığı kavvali müziğinin içini boşaltarak, bir nesne haline getiriyor. Akıldan çıkarmamak gerekli. Batı hâlâ kendi medeniyetinin merkez olduğunu iddia ediyor ve bizim gibi kültürleri periferi olarak görüyor. Bir de oryantalistler ile aynı sakat bakışı taşıyan yerli oryantalistler var. Mesela Varlık yayınlarının bastığı Müzik Tarihi kitabında yazar İlhan Mimaroğlu İslam müziğini, Osmanlı müziğini almaya gerek duymayabiliyor! Oysa Vivaldi ne kadar büyükse Itri de tartışmasız o kadar yücedir.

 Sizce İslami kesimde müzik yapılıyor mu? Yapılan işleri nasıl buluyorsunuz?

Yapılan işler sizce gerçekten kaliteli mi yoksa bazı başka durumlar da söz konusu mu? Açıkçası bu adamları konuşmaya değer bile bulmuyorum. İlahi söylediğini zannedenlere de ancak “ilahi size!” demek geliyor içimden. Türk müziğine bir bütün olarak bakmak gerekli. Ve acaba bu bütüne ben nasıl eklemlenebilirim diye poetik bir kaygı gütmek gerekli. Ama bu tür adamların kaygıları dini duyarlılıkları sömürerek çok para kazanmak. Hepsinin çok sattığı da ortada zaten. Aklıma Jimi Hendrix’in şu meşhur sözü geldi: “Kimin kalabalık olduğu önemli değil, kimi haklı olduğu önemlidir”.

 Bilhassa bu kesimin müzikalitesi nasıl arttırılabilir? Kimlerin neyi nasıl yapması lazım?

İşe bir enstrüman çalmayı öğrenerek başlayabilirler. Yok yok bence bütünüyle bu işi bırakmalılar. Çünkü genel müzik piyasası bu adamlara gülüp geçiyor. Gülüp geçilen bir adam onurlu ise tası tarağı toplaması gerekli. Yani ortaya koydukları şeylerin yeni olduğunu iddia etmeleri gerçek hayatta karşılığı olan bir şey değil. Bir eser yapıp altına kendi isimlerini yazıyorlar. Oysa duyduğumuz melodiler hiç de yeni değil. Ben bu bağlamda belki form olarak ufuk açıcı olur diye Nurullah Genç’in Yağmur şiirini besteledim ve albümde rock altyapı üzerine mistik renkler ile şekillendirdik. CNN TÜRK’teki 5N1K adlı program bu vesile ile konuk almıştı beni. Onlar için de ilgi çekici olan rock ve ilahinin nasıl bir araya gelebildiğiydi. Oysa ben ezber bozucu bir şey söyledim. Yani ilahinin beslendiği tasavvuf hareketleri genel olarak muhalif hareketlerdir. İktidar ile derdi olan yapılanmalardır. Öyle uyumcul, mıymıntı adamlar yetiştirmez. Şeyh Şamil bir savaşçıdır ve Nakşi şeyhidir mesela. Özbekler Tekkesi Kurtuluş Savaşımıza katılmıştır yine. Bütün bunları bilmeden de ilahi söyleyemeyiz. Söylersek bugünküler gibi uyumcul, hayatın gerçekliğinden kopuk, müzikal olarak zaten bir değeri olmayan şeyler çıkar ortaya.

Son olarak yine sizin müziğinize dönecek olursak, bundan sonrası için müzikte neler yapmak istediğinizi anlatabilir misiniz?

Ben kendi şarkılarımı söylemeye devam edeceğim. Modernite karşısında bireyin trajikliği, bireyin kendisine yabancılaşması sorunu, bütün bunlara yerli bir ses evreninden cevap hazırlamak benim asıl söylem merkezim. Gelenekten yararlanarak geleneği bugüne dönüştürmek poetikasının müzikal uzantısı olmak, popüler kültür ve onun ürettiği dil’den uzakta konumlanmak, yerli kalabilmek ve bu yerlilik kavramının içinin de ancak Müslümanlık ile doldurulabileceğini unutmamak. Ve kafası çalışan genç arkadaşlar konserler vermek..


GENÇ'ın Yazısı.