Ayhan Işık

Vakitlerden birinde, vaktin en güzel diliminde, güneş doğmamış daha. Şafak sökmek üzere ama evden çıkıp “bakalım kısmet neymiş” diye besmele ile sokaklara dalınca birisinin hareketlerindeki tedirginlikten huylanıp şahsı takip ettiğimde geçtiği yerlerdeki araçların kapılarını zorladığını görünce, telefonumu almadığımı fark ettim. Adımlarımı hızlandırıp bulduğum ilk açık bakkal sahibine – ki artık o vakitte açık bakkal bulmak da nasip işi. - durumu bildirip polisi aramasını ricâ edip ayrıldım. Devamını bilmiyorum. Bakkal polisi aradı mı? Polis geldi mi? Ya da sonrası...

Zaten anlatmak istediğim de bu değil benim. Anlatmak istediğim, nasibim neymiş günden yana niyetiyle dışarı çıktığım o günün sabahında, bu kez dönüş yolunda yaklaşık yine aynı bölgede, elinde bastonu ile bir başka kapalı bakkalın akşamdan dışarıda bıraktığı tabureye oturmuş, bastonunu dizlerinin arasına almış, alnını bastonunun üzerine üst üste birleştirdiği ellerine bırakmış dedemin hâli. “Acaba bir sıkıntısı mı var, rahatsızlandı mı?” diye hiç bir hareketin, kimsenin olmadığı o sokakta yanına yaklaşıp selâm verdikten sonra “Dedem” dedim. “İyi misin?” Yavaşça başını kaldırdı. Duruşunu dikleştirdi. Yüzünde derinliği olan selâm verilmenin minnettarlığı ile o muhteşem yumuşacık bir gülümseme. “ Şükür evlâdım” dedi. “Rabbime binlerce şükür. Buna da çok şükür.”

Herhangi bir sabah. İki insan, iki ayrı dünya. İki ayrı ruh. İki ayrı âlem. Ve iki ayrı duygu. Babam çok söylerdi. “Oğlum! Sokakta karşılaştığın insanlara, tanıdık olsun olmasın selâm ver. Bak selâm vermiyorsun.” diye. Ben de kızardım. Bu zaman o zaman değildi çünkü. Bu zaman da tanıdık olmayan insanlara selâm verilir mi? Ne demiş Fuzulî “Selâm verdim, rüşvettir diye almadılar” “Burası köy mü?” gibi bir adına şimdilerin psikoloji diye tanımladıkları ruh hâliyle bir yığın serzenişte bulunurdum.

Sonra dünya döndü, gün geldi yolumuz Avrupa’nın ülkelerinden bir kaçına düştü kısa süreliğine. Ne gördün? Ne öğrendin derseniz size iki şeyi çok açık çok net söyleyebilirim. Birincisi; insanları çok erken kalkıyor. Gecenin sabaha döndüğü vakitlerde çarşı pazar hareketleniyor. Çok az uyuyorlar. İkincisi ise kalabalık olmayan ortamlarda, sokaklarda, bire bir ya da küçük guruplar halinde karşılaştığınızda mutlaka selâm veriyorlar kendi dillerinde. Ve ben “burası köy mü baba” diye sitemlenirken onlar burası Türkiye mi? Dercesine inat yabancı olduğumuzu bile bile selâm veriyorlar, gülümsüyorlar, gözümüzün içine bakıyorlar, selâm bekliyorlar. Gel de Üstâd’ı anma. Gel de Âkif’i hatırlama. Gel de yaptığı tespiti beğenme, küçümse. Ne diyor Üstâd, “Dinleri var, yaşantımız gibi. Yaşantıları var, dinimiz gibi.” Ey Üstâd “Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhîd’i...”

Bende dönüm noktasıdır, “Selâm” konusu o gün bu gündür. Bir selâm her şeyi değiştiriverir mânevî gücüyle. Artık ben her sabah ve her ortamda selâm vermeye selâm almaya çalışırım. En çok yaptığım îkazlardan birisidir genç arkadaşlarıma fırsat buldukça.

Öyle tepkiler alırım ki selâmlaşmalarım da? Bazıları “Hayırdır hemşerim bir şey mi istiyorsun.” Der gibi bakar yüzüme. Bazıları bir şey isteyecek diye duymazdan gelir. Kimisi gönülsüzce, kafasındaki konulardan kopardım diye kızarak alır selâmımı. Çok azı bekler selâm vermemi veya selâm verir yüzüme bakarak, “ya selâmımı almazsa” diye endişeli. Ara sıra bazıları da, beni fark ettiği andan itibâren kendinden emin, yürekten bir selâmla geçer gider yanımdan. Zaman zamanda selâmların birlikte verilip alındığı olur. Çakışır havada. Ha birde öyle selamlaştığım insanlar var ki. Küçük olduğum için önce benden bekler selamı. Beklediği karşılığı bulunca bir “Allah senden razı olsun.” Duasını ekler selâmının sonuna. Selâma muhtaç ama hiç beklemediği, fark etmediği, dalgınlığına geldiği anda selâmımı duyan amcalar, dedeler denk gelir bazen de. Bunlar öyledirler daha çok. Gençlerde göremezsiniz bu tür tepkileri. Selâmımı duyunca öyle bir karşılık verirler ki size, sarılıp öpecek sanırsınız. İşte ben sonu dua ile biten ya da selâmımın karşılığında boynuma sarılıp öpecek sandığım bir hissiyatla karşılaştığımda “ya Rab... Binlerce şükürler olsun” derim. Bildiğim en azından günü kurtardık. Sonrasında Sen ne nasip edersin bilemem ama ben bu günü kurtardım İnşallah. Şüphesiz Senin mülkün geniştir. Sebebe de ihtiyacın yoktur.” Dua ederim. Yürüyüşüm değişir, dikleşir, yere daha bir sağlam basarım.

Yukarıda ki konuda bahsi geçen kişiler, yaşıtlarım ya da benden daha yaşlı büyük olanlardır. Yaşça benden küçük olanlar yani gençler mi? Çok ender olarak zaman zaman tanımadığım gençlerden selâm alırım. Böyle olduğunda da selâmın sonuna dua eklemeyi ihmâl etmem hiç bir zaman. “Allah, selâm verenlerini artırsın, iş rastlığı, baht açıklığı versin.” diye. Ama birçoğu, hattâ maalesef pek çoğu boyunlarından giysilerinin içerisine girip orada kaybolan kulaklık kablolarının ucundaki nesnelerden gelen seslerle mest olmuş vaziyette, etraflarından kopuk ya da inanılmaz serî hareket eden başparmakları ile telefonlarının ekranlarında kaybolup gitmişlerdir. Sizi duymazlar. Görmezler, fark etmezler. Selâmınız havada asılır kalır. Kimse alınıp gücenmesin... 


GENÇ'ın Yazısı.