Ev dediğin ferah olmalı. Yerim dar, dememeli mesela ev içinde insan. Kapısına geleni buyur edebilmeli. Bir eve Allah’tan büyük misafir gelemeyeceğine göre ve O’nu ancak ve ancak bir kalp buyur edebileceğine, sığdırabileceğine göre, yegane evimiz kalbimiz olsa gerek.

Be nam-ı Huda.

Adem(oğlu)’in ilk evidir cennet. Şair Nâbî bu noktadan hareketle “Kimdir bizi men eyleyecek bağ-ı cinândan / Mevrus-ı pederdir gireriz hane bizimdir” (Bizi cennetten kim men edebilir ki, babamızın mirasıdır, gireriz, hane bizimdir.) diyebiliyor.

İnsan, ilk ve –inşallah- son evinden, durağından dünyaya tard edilirken, cennetten çıkartılırken, merhamet sahibi Zat (c.c.), O’nu dünyaya yalnız göndermiyordu. İnsan, hiç olmazsa ‘belli bir müddet’ bu denî dünya ile baş edebilecek bir donanımla gönderiliyordu. Cennetin letafetinden, dünyanın kesafetine gönderilirken, içini yakıp kavuran hasret zamanlarında özlemini hafifletecek bir hatıra, aynı zamanda bu kesif aleme dalmamak ve geldiği yeri unutmamak için bir uyarı. Öyle bir et parçası ki, bize geldiğimiz yeri unutturmasın, bizi dünyaya daldırmasın hem de içimizdeki cevheri saklasın...

Her zaman yanında taşıyabileceği bir ev, bir insanın cennet ile kurabileceği en kısa yol idi. Kalplerimiz, bu dünyaya tahammülü kolaylaştıran lezzetleri yaşadığımız evlerimiz olarak bizimle beraber geldi.

Ev dediğin ferah olmalı. Yerim dar, dememeli mesela ev içinde insan. Kapısına geleni buyur edebilmeli. Bir eve Allah’tan büyük misafir gelemeyeceğine göre ve O’nu ancak ve ancak bir kalp buyur edebileceğine, sığdırabileceğine göre, yegane evimiz kalbimiz olsa gerek.

Cennet ile kalbimiz arasında uzanan yolda, metre kare metre kare misafir oluyoruz ev niyetine mekanlara. Onları da es geçmemek lazım muhakkak. Yeri gelir köşkler evin olur. Yeri gelir bir oda bir salon, yeri gelir sekiz kişilik bir yatakhane, yeri gelir kalabalığa sırtını dönüp başını koyabildiğin bir yastık evin olur. Hissemize düşen evleri her hal-ü karda mamur etmekle vazifeliyiz. Çünkü insan yeryüzünü mamur etmekle de vazifelidir. Kalp ve hane, hane ve yeryüzü mamurluğu birbirinden çok da ayrı değildir çünkü.

Gençlik buradan da belli olur biraz. Gençsek, hala gençse bir yanımız, bir hazine kıymetindeysek yani (‘genç’ Farsça kökenlidir ve gömülü hazine demektir) “Evet, işte budur!” dedirtmeli el değdiğimiz, dokunduğumuz mekanlar: “...buraya hanımeli değmiş!”

Hal böyle olunca “evin halleri” yerine “kalbin halleri” mi deseydik diye düşündük. Aslında çok da fark etmezdi. Adımlarımız evlerimizi, kah üç çocuğun ardından oyuncak toplarken, kah bitirme tezi için kitap okurken, kah çikolatalı pastalar yapmak için, kah geç gelebildiğiniz saatlerde bir kıvrılacak köşe aramak için aşındırıyor olabilir. Kalpler evlere yansıdığına göre, iki ifade de nihayetinde aynı ortak dili kurabilir aramızda. Bizim asıl çıkış noktamız yanımızda taşıyabildiğimiz hanemiz.

Velhasıl evin halleri deyince sadece tozlu sehpalar, kalabalık misafirler, tezgahtaki bulaşıklar, eğri durmasına müsaade edilmeyen kırlentler, durduk yere ağlayan çocuklar hatırınıza gelmesin. Ev bunların hepsi ve daha fazlası. Evse, kalemizdir, kaleme gelir.

Huda Hafız.


Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.