Şemdinli dağlarının içtim nur çeşmesinden

Kurtuldum akreplerin ruhumu deşmesinden

Necip Fazıl

Türkiye’nin Özal’lı yılları... Köyümüze elektrik, evimize televizyon yeni gelmiş. Biz çizgi filmleri, Yeşilçam ve Western filmlerini, hafta sonu programlarını izleme sevdasındayız. Belki en sevmediğimiz programlardan biri hafta sonu konserleri (ki Bartınlının dediği gibi bu bir işkence gibi gelirdi bize:), ve haberler... Bu haberlerden özellikle de Pazartesi günleri akşama doğru yayına giren Anadolu’dan Görünüm adlı programda zihnimize adeta kazınan bir şey vardı: Terör.

Anadolu’dan Görünüm programında başka hangi unsurlar yer alıyordu hatırlayamıyorum. Ancak 1986, 87 yılları olmalı, her hafta şehit haberleri ve onların çatışmaya girdikleri bölgelerden haberler verilirdi. Hakkâri’nin Çukurca ilçesinde… Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesinde… Mardin’in Kızıltepe kırsalında… Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde… Bu liste her hafta tekrar edile edile bu bölgeler hakkında korkunç bir olumsuz tablo çizildi zihnimizde. Tabii ki Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanı hakkında da…

Zihnimdeki bu olumsuz algılar ilk kez Diyarbakır’a hayırlı bir iş için gittiğim 2003 yılında bir kırılmaya uğradı. İnsanların cana yakınlığı, sıcaklığı çok dikkatimi çekti. Özet ifadeyle, benim zihnimdeki Güneydoğu’dan ve Diyarbakır’dan çok farklı bir tabloyla karşı karşıya idim. Bu bana aynı zamanda, terörün ortaya çıkışı, insanlar üzerinde nasıl baskı oluşturduğu ve de örgüte destek olmayan ve faaliyetlerini asla benimsemeyen çok ciddi bir kesimin varlığını öğrenme imkânı verdi.

2009 yılında çözüme yönelik ilk somut adımların atılması, en çok beni heyecanlandırdı diyebilirim. Hatta bu çözüm arayışı sürecinde Şırnak Üniversite’sinde görev alma gündeme gelince kendi adıma bunu çok anlamlı bulup bunda tereddüde kapılmadım. Şırnak’ı gördükten ve bir süre burada kaldıktan sonra terörün bölge insanına neye mal olduğunu, aynı zamanda terörün niye bu kadar uzun süre varlığını sürdürdüğünü daha iyi anladım. Ancak hükümetin hızlı bir şekilde çözüme yönelik girişimleri durdurması bir inkisarı hayale düşürdü bizi. Bundan sonra karşılıklı söylemlerin daha da sertleşmesi, durumun iyice kötüye gittiğini düşündürerek canımızı sıktı.

2013 yılının ilk günleri duyduğumuz haber gerçekten mutluluk vericiydi. Neredeyse bizimle yaşıt olan terörün biteceğine dair güçlü bir umut, her iki tarafın ortak sesiyle dile getiriliyordu. Üstelik her iki tarafın ses tonuna bir kararlılık hâkimdi. Zira bundan kazançlı çıkacak olan her iki taraftı da.

Elbette hepimiz kazançlı çıkacağız bu süreçten. Evet, bu süreç “halkların kardeşliği adına” ve bu kardeşliğin yeniden perçinlenmesi için önemli... Artık içimize öfke tohumları eken ve düşmanlığı körükleyen can kayıplarının durması için önemli... Yıllardır bizi birbirimize düşürerek kandan beslenen derin yapıların çarkına çomak sokulması ve bu arada akan milyarlarca liralık insanımızın emeğinin korunması ve bunların yeni yatırımlara, yeni hizmetlere dönüşmesi için önemli… Bu savaş bizim savaşımız, halkların savaşı değildi ki zaten.

Acaba neyin pazarlığı yapıldı? Acaba hangi tavizler verilecek? Anadilde eğitim hakkı, özerklik mi verilecek? Bu türden korkuları bırakmalıyız artık… Bu tür korkuları ve hükümetin bu girişiminin altında komplo teorileri aramayı… Bölgede hatta dünyada söz sahibi, özne bir devlet olacaksak bu gibi korkuları atmalıyız. Küçük bir tüccar bile risk almadan ticarette başarılı olamaz; risk almadan nasıl büyük devlet olacağız?

Anadilde eğitimin korkulacak neyi vardır mesela? İnsanların kendi tercihleri olmadan içinde doğdukları dilde eğitim alma haklarından daha doğal ne olabilir? Bunun özerkliği veya bölünmeyi hızlandıracağından mı korkuluyor? Bir kere biz Devlet-i Âli Osmanî gibi köklü bir devlet tecrübesine sahibiz. Osmanlı yüzlerce etnik unsuru kaç asır, barış ve kardeşlik içinde barındırdı. Bunları, özerkliğin bir bölümünü oluşturduğu (has, salyâneli ve imtiyazlı gibi) farklı statülerde yönetti. Onca tarihî tecrübemiz varken, özerk bölgelere ayrılmaktan korkmanın ne anlamı var!

Bölünme fikrine gelince, karşı taraf yıllar oldu bu düşünceden vazgeçeli. Vazgeçmek zorundaydılar. Çünkü dünya tersine döndü; artık etnik ayrışmalar değil, bloklaşma anlayışı hâkim günümüz devlet anlayışında. Ulusdevlet projeleri miadını dolduralı, iflas edeli çok zaman oldu. Bu süreçte bölünüp tarihsel tecrübe ve altyapısı olmayan küçük bir devlete sahip olmak ne gibi bir çıkar sağlayabilirdi ki bu halka. Bir başka ifadeyle bölünmeden en çok zararı yine bölge insanı görürdü. Zira ekonominin çarkı bütünüyle Batı Anadolu’da dönüyor. Bundan karlı çıkacak olan da, -nedense bölünme korkusunu yaşayan taraf olan- bu bölge insanı olurdu kuşkusuz.

Türkiye merhum Turgut Özal’la başlayan kalkınma ivmesini neredeyse otuz yıl gibi bir süreden sonra tekrar yakalamıştır. Nesilleri, millî serveti artık heba etmemeli; gözlerimizi savaş ve gözyaşının olmadığı bir sabaha açmalıyız. Bunun için ne pahasına olursa olsun, barışa ve kardeşliğe evet demeliyiz.

***

Yıllar önce Necip Fazıl merhum yukarıda yer verdiğim beyitleri yazmış. Henüz terörün olmadığı dönemlerde… Anlaşılan Üstad, Şeyhi Abdülhakim el-Arvâsî hazretlerinin büyük şeyhi Tâhâ el-Hakkarî hazretlerini ziyaret etmiş. Seyyid Tâhâ, Hâlid Bağdâdî’nin halifelerinden Nakşibendî silsilesinin önemli halkalarından biri. Kabri, irşad vazifesini yürüttüğü Hakkâri-Şemdinli’nin Bağlar köyünde bulunuyor. Ben bu şiiri okuduğumda, hey gidi günler, bir nesil bu insanları ziyaretten mahrum kaldı, diye iç geçirdim. Evet, bir nesil hem bölgenin manevî ve tarihî dokusundan hem de tabii güzelliklerinden mahrum kaldı.

Kaçımız Diyarbakır’ın Eğil ilçesindeki peygamber kabirlerini görmüştür? Zülkifl ve Elyasa Peygamberlerin (a.s) o bölgede yaşadıkları tefsir kaynaklarımızda sabit zira. Kaçımız tarihî surları, surlar etrafında metfun bulunan sahabe kabirlerini ziyaret etmiştir? Kaçımız Anadolu’nun en kadim camisi Diyarbakır Ulu Camiinde namaz kılmanın huzurunu yaşamıştır? Niye ülke sınırlarımız içindeki bu manevî dinamiklerden beslenmeyelim? Hz. Nuh’un gemisinin oturduğu Cudi Dağı da ülke sınırlarımız içinde. Bunu bize Kur’an-ı Kerim haber veriyor; tefsirlerimiz Cezire-i İbn Ömer (Cizre) yakınlarındaki dağı işaret ediyor. Bütün görkemiyle ziyaretçilerini, araştırmacıları, arkeologları bekleyen bu tarihi mekânı niye görmeyelim?

Barış ümitlerimizin tekrar yeşerdiği şu günlerde Doğu ve Güneydoğu’ya yapılacak bir seyahatin çok anlamlı olacağı düşüncesindeyim. Tarihî ve manevî mirasımıza, hepsinden de önemlisi kardeşliğimize ve de geleceğimize sahip çıkma adına…


Mesut Kaya'ın Yazısı.