İnsan Önce Kendine Yazmalı...
Ayhan Işık
Yazmalıyım diyorum. Yazmalıyım çünkü yazmakta konuşmanın bir çeşidi ise üstelik sözün kesilmeden, araya girilmeden, muhalefet edilmeden, suskunluğun içerisinde dertleşmekse kendinle kelimelerin akışına izin vermeliyim. Yazmalı ve paylaşmalıyım kendimi, kendimle, sessizce. Çarpıştırmalı, savaştırmalıyım nefsimi gönlümle. Fırtınalar koparken içimde bu kargaşadan gâlip çıkmalı gönlüm. Sonra akıp giderken satırların üzerinde harfler, gönülden gelenler, ortaya dökülürken, tekrar huzursuzluk çıkarmamalı durduk yere. Öyle ya insan önce kendiyle barışık olmalı.
En çokta canım acıyınca şâhitliklerimden duyduklarımdan dolayı yazasım geliyor aksi gibi. Canımı yakan sıkkınlıklarda içime gelenler sesiz sedâsız ilerliyor kâğıt üzerinde, kaba ve fütursuzca. Yazdıkça bir coşuyor, bir dalgalanıyor ki deme gitsin. Sonra bir ağırlık çöküyor kelimelerin üzerine, kırıp döktüklerinin farkına varır gibi olunca hafifleyip, dinginleşiyor, utanıp çıkış aramaya başlıyor nihâyetinde. Ve telâfi etmenin derdine düşüyor gönül kırgınlıklarını, yakıp, yıktıklarını. Fazla açılmadan ara çeki düzen veriyor kendisine, silkelenip hizaya geliyor. Biliyor yaptığı ayıbı.
Okumak hafifletmiyor sıkkınlığımı çoğu kez. Tâ ki okuduklarıma kendimi verebilene kadar. Israr edebilirsem çözüm olarak sarıldığım okumaya kelimeler anlam kazanmaya, cümleler fikirlere dönüşmeye başlıyor önce ve devamında beynime, aklıma, ruhuma bağlanmaya başlayınca mânâlar berraklaşıyor. Hafifliyor, yumuşuyor ve sıkıntı, huzurla yer değiştiriyor yavaş yavaş.
Bazı ifadelere rastlıyorum okuduklarımda öyle güçlü ki sarıveriyor, düşündürüyor, düzelttiriyor, burnumun dikini çevirttiriyor, hatadan döndürüyor, prensiplerden vazgeçirtiyor, alışkanlıkları alaşağı edip yeni alışkanlıklara dönüştürüyor. Ark oluyor kalıbında akıp gitmek için, bazen hızlı bazen yavaş, bazen sert bazen yumuşak, bazen dingin bazen hırçın, bazen dümdüz bazen kıvrıla kıvrıla.
Yazmak lâzım diyorum ama yazdıklarıma bakınca çok kaba, sıradan, vasat, estetikten uzak, sert, edep ve utanma sınırlarını zorlayan ifadeler, kelimeler, cümleler, bilindik şeylerden ibâret kalıyor. Mâlumu ilân etmiş olmaktan öteye geçmiyor. Kendimi kendi kavgalarımla yüzleşirken buluyorum cümlelerimde. Çözüm değil problem, ferahlık değil buhran kokuyor. Yalnızca rahatsız olanların, dertlilerin kapı zilini çalıyor. Hâlbuki benim talebim, nefsimi iknâ etmek, kimseyi incitmeden.
Buna rağmen yazmak lâzım yine de. Ama kalpten geçen en hırçın kelimeleri yumuşatarak, en sert en kaba ifadeleri nazikleştirerek, en ahlâksızını bile edep sınırları içerisinde aktarabilmeli kâğıt üzerine, gönüllere. Ruhu okşamalı. Gözden, kulaktan, akıldan geçip yüreğin üzerine konmalı tüy hafifliğinde. Serinlik esenlik vermeli. Akıp gitmeli, eğdirmeli başları öne, susturmalı malâyaniliği ve düşündürmeli ulaşmak istenilen noktayı, insan olmanın, kul olmanın anlamını. Hissettirmeli hafifçe fısıldanan bir ifade, yakmadan yakıcılığını.
Yazmak lâzım. Hele günümüzde en çok ve en önce kendime lâzım. Öyle bir lâzım ki dinlemeyi tekrar hatırlatmalı nefsime. Susmayı, düşünmeyi, vazifeyi. Çileli yüreklerdeki ateşi söndürmeli, derdime derman, aç ruhuma gıda, yaralı gönlüme ilâç olmalı yazdıklarım; pazarlama telâşından uzak, iknâ etmeye çalışmadan. Israr etmeden. Kırıp dökmeden. Hata yapmadan. Kelebek sessizliği ve hafifliğinde konmalı, nefisleri ürkütmeden.
Nasıl olmalı bildiğim halde öyle olmuyor işte. Hayatım karakterime, karakterim dilime yansıtıyor ve bembeyaz kâğıtlar kirleniyor. Tek suçu birilerinin kendisine yüklediği anlamları taşımak olan kelimelerle kirlenmemeli kâğıtlar ya da kendi ruh dünyamdaki edepsizliklerle.
Kendime, kendi nefsime söz geçiremiyorum bir türlü sağa sola tutturduğum yapışkan notlara rağmen. İncitmemek, kırmamak, kabalaşmamak adına…
GENÇ'ın Yazısı.