Mehlika Nur

Eşyaya bakış açımızdaki ve eşya ile olan irtibâtımızdaki değişim farklılaşan/dönüşen zihniyetimizin de ipuçlarını veriyor bir bakıma. Zîra eşyaya bakışımız, varlığı anlamlandırmamız ile doğru orantılı gibi görünüyor. Canlı varlıklar gibi eşyanın da rûhu olduğuna inanan bir anlayışın müntesibiyken tüketim kültürü(!), moda, reklam gibi kavramları dünyamıza soktuğumuzdan beridir eşya ile olan alâkamız Roma’nın daha çok yiyebilmek için kayalarda oyuklar açıp içine istifrâ eden ve yeniden yemek yeme hazzını hissetmek amacıyla çabalayan insanlarından öteye gidemiyor sanırım.

İnsanın yalnızca tüketen ve tükettikçe değer kazanan bir nesne olarak görüldüğü bir asırda kendisine hediye edilen elbiseyi, boyu uzadıkça etek ucundaki payı açarak kullanan eski zaman çocuklarından bahsetmek bu gün için faydasız belki de, biliyorum. Eskidiği yahut kullanılamaz hale geldiği için değil de sırf modası ya da hevesi geçtiği için dolabın bir köşesinde katman katman yığılı giysilere sâhip gençlere ‘Children of Heaven’ filmindeki ayakkabı hikâyesini anlatmak kadar da zor.

Bir zamanlar eşya ile kurulan bağı sadece yoksulluk gibi bir etken ile izâh etmenin bizi oldukça sığ bir yargıya götüreceğine inanıyorum. Yalnızca bu değil! Burada farklı bir şeyler var. Burada bir dünya görüşü, varlığa verilen bir anlam da var. Eşyaya bize verilmiş olan bir emânet şuuruyla bakan bir çift göz var. Her şeyde Allah’ın mührü olduğuna inanan, ‘Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz’ diyen sese kulak veren, eşyanın hakikatini idrâk etmeye tâlip insanlar var. Yeri gelmişken eşya; -dar mânâda- sadece kullanıp bir kenara attığımız, üzerinde son kullanma ve imâlât tarihi bulunan, ambalajlı, etiketli nesneler değildir. Görüp görebileceğimiz her şey eşyadır. Bir kanepe ne kadar eşya ise güz geldiğinde yapraklarını döken bir ağaç da, çağıl çağıl akan bir dere de o kadar eşyadır ki diğerlerinin yanında tefekküre davet ediciliği hasebiyle çok daha büyük kıymetleri haizdir bazen.

Elbette ki eşya ile kurulan sağlam bağda sâhip olunan kâinat tasavvurunun yanında çok daha farklı sebepler de vardır. Makineleşmenin olmadığı, ‘el emeği göz nûru’ dediğimiz üretim biçiminin esâs olduğu zamanlarda bir giysinin elde edilişindeki meşakkat, uzun vakit sözün özü verilen emeğin günümüze kıyasla kat be kat fazla oluşu da varlık ve eşya ile irtibâtın daha farklı yaşanmasının sebeplerinden biri olabilir. O yüzdendir belki de büyüklerimizin ekmeğe olan hürmeti. Belki de, işte bundandır ninelerimizin en samimi duygularla ettiği şükre yabancı kalışımız. Kim bilir?

İhtiyaç kavramının delik deşik edilişi, yerli yersiz ne varsa ‘ihtiyaç’ addedilmesi de eşyayı kıymetsizleştiren âdemoğlunun gözünü bürüyen dünya hevesine katkı sağlayan bir vâkıâ sanırım. ‘İnsanoğlunun sınırsız ihtiyacını tabiattaki sınırlı kaynaklar ile gidermeye’(!) çalıştığımızdan beridir ne biz ne de gözümüz doymak bilmiyor bu yüzden. ‘Sınırsız ihtiyaç’ demiştik, daha da doğrusu diyenlerden ödünç almıştık bu kavramı ve öylesine sahiplenmiştik ki, ne onlar vardı artık, ne biz. O vakitten bu yana yalnızca, yürüyen mîdeler ve buzdolabı dolu olunca mutlu olan insanlar var arzın üzerinde… 

Not: Bu yazı, Yazı Atölyesi`ne gönderilen ve Metin Karabaşoğlu tarafından özel olarak seçilen yazılardan biridir. 


GENÇ'ın Yazısı.