İbrahim Arpacı

Bu ne vaveylâ ki, göğsümde bir kucak dolusu cam kırıklarıyla gelmiş gibiyim. Belki de bir kalbin, bu kadar kırılabileceği hesabıma gelmediği için, kollarımı dolduran şeyin cam kırıkları olduğunu söylüyorum! Benim ki de iş ya! Çetelesi tutulan bir dünyanın şâhitliği mi olurmuş? Her şey kayd-ı kuyd altında. Zırlamanın ne mânâsı var? Neyse ki kendimi azarlarken kaç sağanağa tutuldum, saymadım, saymıyorum.

Önce içimde ki nehirlerin durulmasını beklemeliyim. Öyleki, nefes alışlarım yavaş ve dikkatli olmalı. Hiçbir anıyı ürkütüp kaçırmamalıyım. Yüzümü duvarlara doğru kapatmalı ve nâmeli bir inilti yakmalıyım, gözyaşlarıma denk…

Bak duvarların soğuğu hiç değişmemiş. “Neden bu bahçe duvarları soğuk?” derdim eskiden… Şimdi bu ıztırar dolu yangınım ancak böyle soğuk bir taşa dost olabilirmiş, anladım.

Gittiğim yerlerin bu kadar fırtınalı ve tesellisiz olduğunu bilseydim, yola koyulmazdım. Hiç nesteren kokusunu bırakıp da gitmezdim bu ıtraklı diyardan… “Değersen o kaba, yakarsın elini” diyordu annem, demesine eş, değerdim ve o kap elimi yakardı. Sonrası, üfler ve geçerdi. Şimdi ne yanan yerimden haberdar bir anne ne de annemin üfürüğüne denk bir rüzgâr var; bana tesellisi dokunan... Cenâzesinin nasıl, ne vakit kalktığını hatırlamıyorum. Girip çıkana uzatılan her çikolatayı kollayan beş yaşlarındaki çocuk olmaktan başka rôl düşmemişti o vakit üzerime. O gündü, aklım ermeye başladı her şeye. Ermekler, ermekler hiç bitmedi o günden sonra. Bir zaman annemin cenazesinde başımı okşayan kadınların hâtıralarını kendime yorgan yapıp sardığımı hatırlıyorum.

Tüm bu yatırsız geçmişi hatıra getirip, özlem duymak, neyin âkıbeti olabilirdi en fazla bilmiyorum? Zaten hayatlarımız biz öldükten sonra bir öyküden fazlası olmayacak, biliyorum. En azılı katillere parya varken en müflise bu dünya adalet olmayacak, bunu da biliyorum. Anılar bu kadar yerli yerinde dururken hiçbir yaşanmışlık, unutulup gitmeyecek. Geleceğe takvim koparan muvakkit, ecelini önceden bilmeyecek. İnsan ki, neye râm olmayı istemişse, ona köle bir hayatı sürüp öyle ayrılacak yurdundan. Şimdi bu fikirlerimi duymasın râhip. Sonra bir Müslümanın çıkmazlarının bir hristiyanla aynı olduğunu zanneder. Oysa…

Bir zaman kendi kendime “Odaların içine sinmiş leylâkların, önce kokusu, sonra kendi gider” diyordum. “Fakat içinden insan geçmiş odalar, neden yıllar sonra hâlâ capcanlı yerli yerinde dururlar? Oysa şimdi anlıyorum ki, aslolan insanmış. İnsan gider ardında sûret kalır, koku kalırmış. Fakat Leylâk ve kokusu gider ardından hiçbir şey kalmazmış. Bu yüzden sevgimizi çiçeğe böceğe verirsek, arifesinde bekleyen İsmail oluruz. İnsana verirsek, İsmail’ini kesmek gibi bir ihtimâlin sabahındaki İbrahim oluruz biteviye.

Şimdi hangi ölüye mezar söylerim bilmiyorum. Bir zaman korkularım şu karşı mezarlıkken, ölülere söylediğim ninnilerden olacak ki, şimdi korkmuyorum! Hepsini geceleri uyutup, ardı sıra ben de yatıyorum. Sabahın şafağı henüz atmadan, şu kapıdan kaç meyyite türkü söylemek geçti içimden, onu da bilmiyorum. Muhtemel ki mezarlığa yakın bir ev oluşumuzdandı tüm bu ayıp fikirlerim. Şimdi utanmıyorum. Şu kapı ki açmaya korkuyorken ve içerisinde beni neyin karşılayacağını bilmiyorken, hangi ölü beni ürpertebilir ki? Hem babamın aklıma muska gibi yazdığı şu meseli unutmuyorum: Korku, karanlıkta her şeye benzeyen bir cisim gibidir. Biz yanına gitmeden her şeye benzer. Biz yanına gittiğimizde ise tek bir şeydir. Bunun bize iki faydası olur. Ya korkumuzu yeneriz ya da korkumuzu bire indirgeriz! Diye… Gerçi baba kim, kim ne söyler; kim kimin kaydını tutar? Muamma.

Her neyse. Mezarlıkla yakın bir hayatı solukladığımdan olacak ki, rüyalarım hep güllük gülistanlık bahçelerde başlardı. Ömrüne bereket harmanlanmış çocuklar görürdüm; cepleri yıldızlarla dolu olan… Belki bir ölüye en büyük mezar, gece kararan hava olduğu için ben gündüzlü rüyalar görürdüm. Rüyaya uyanır uyanmaz önce annemin boynundaki urganı çözüp, rüyadaki çocuklarla ip atlardım. Annem cennetin en güzel kadını olurdu. Saçları en uzun olan... Cennetteki çocukların hiç görmediği oyuncaklar getirirdim onlara. Bir vakit ablama anlattığımda rüyalarımı, ablam: “Cennete getirip oynadığın her oyuncak aslında dünyada sana âit olmayan şeylerdir” derdi. Dünya cennet olmadığından mı acaba abla?

İşte şimdi, hangi gündü ayrıldım bu yurttan bilmiyorum, hangi mevsim olduğunu bilmek kaydıyla… Hâfızam boş, ya da kendimi aldatıyorum, aldatanların aldandığı bilgisiyle. Geçici olan lezzetlerin hatırlandığında eleme döndüğünü el-ân, fark ediyorum. Fark etmenin, hatıralarda saklandığı gerçeğiyle...

Allah’ım, bilmezdim vaktin, bu denli zamandan farklı olduğunu. Henüz anlıyorum, vakit zamandan farklıymış. Bir zaman, vakitler arası bir hayatı solukluyorken şimdi sabahtan başlayıp uyduğumda sona eren bir çocuğun hikâyesini, çocuktan habersiz yaşıyorum. En çok fark edenin en çok hatıra sahibi olanların olduğu bilgisiyle…

İçeriye girdiğimde ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Bu kadar soğuk bir eşiğin ötesi, sıcak bir kucak olsun istiyorum. Sımsıkı sarsın beni hiç bırakmasın. O vakit ne söylersem söyleyeyim, dilim peltek olan Hârun kadar sâhici, neye dokunursam dokunayım, Musa’nın Yed-i Beyza’sı kadar tesirli olsun istiyorum ellerim… Eyüp peygamber ki, imtihanının ardından şifâ buldu, ben şifâ mı önce istiyorum, ille de istiyorum! İsteyenlerin aydınlık olduğu bir vakitte, bu duha vaktinde... Bu elalem, bu mezâlim yurtta.

Şimdi sırası işte, itiraf etmeliyim kendime: O kapının ardında hiç bir şey yok. Arkasında olan kendi gerçeklerim. Kirlenmemiş çocuklar ya da arınmış yaştaşlarım. Hem günahsız bir çocuğun kapısını çalıp, ona yeni bestelenmiş gibi şarkılar söyleyemem. Yaratıcıdan, yeniden beraat alıp yeni bir maceranın içine sürükleyip daha fazla kirletemem kendimi.

Şimdi söylemeliyim, söyleyenler henüz kurtulabiliyorken, o kapının ardında ölmediğim sürece beni bekleyen biri var. Yakaza halinde. Ama ben ki azığım ve hazırlığımdan emin değilken gidip dayanamam o kapıya. “Ya Rabbi” Diyemem.

Hem tövbe gibi bir yeleyi giymeden tâ buralara kadar gelmem de neyin nesi?

Burada da durup geçmişimin sevaplarıyla kendimi teselli edemem. Günahlarımı örtbas edip hiçbir şey yokmuş gibi sirkatin söyleyemem. İçeride ki güzel insanlara, çıkın ben geçmişimin hâtıralarını, güzelliklerini faraza yiyeyim diyemem. Kimseyi huzursuz edemem. Ama bu eşiğe gelmişsem de bir getiren var, geri de dönemem. Elbet bir eviren bir çeviren var, tüm buna kayıtsız kalıp beni de affedemezsin ey yaratan, bu adaletsizlik olur da diyemem.

Şimdi bu yaşım oldu, kimin samanlığına ot topladım diye beni şüpheye düşürme yâ rabbi. Bunca dünyanda yaşamışlığım, bunca ekmeğini suyunu içmişliğim var. Havanı soluyup, güneşinden ısınmışlığım var. Sen ki, nimet verdin, dert verdin. O hâlde anladım ki, günahın elemine boğduğun için, bana değer verdin. Şimdi gel-gitlerimle yine ilk sözleştiğimiz kapıdayım. Sana rahmet, bana tövbe kapısı. Şimdi kaldır kalbimin üstünden sana âsi sevgilileri. Unuttur zihnime, sana çıkmayan yolları. Bağla kalbimin trenlerini, dost dediğin garlarına. Senden başka durak bilmesin şuncağız kalbim. Söndür sana tutuşmamış yangınlarımı. Şu mezarlıktan öte dünya görmesin artık nefsim. Barıştır beni ölülerimle. Aramıza mevsim sokma, kış sokma. Bir bahar sabahı dirilt, onları ve beni.

Şimdi hatırlıyorum ablam soruma şöyle cevap vermişti: “Nefsine ölüm hayatı yaşatanlarla yaşa ki, nefsin, kendini o bahar gelene değin ölü sansındı” dedi. Duydum senin sesini de abla, duydum. 

Not: Bu yazı, Yazı Atölyesi`ne gönderilen ve Metin Karabaşoğlu tarafından özel olarak seçilen yazılardan biridir. 


GENÇ'ın Yazısı.