Yusuf Deren

Beş vakit camide olan, akşamları saat on olmadan yatan, her yağmurda “rahmet yağıyor” deyip pencere önüne oturan ve tesbih çeken, şükür namazı kılan, “hayırlısı” kelimesini dilinden hiç düşürmeyen babasıyla şu ihtiyarı karşılaştırınca içinde birden babasının özlemini hissetti. Kaç defa eli telefona gitmiş ama şeytan hep haklı olduğu ve aramaması gerektiği konusunda ikna etmişti kendisini. Ama bu sefer arayacaktı.

Görev yaptığı camiye klima hediye edilmiş imam sevinciyle etrafta dolanıyordu. Çevrede bir Allah kulu yoktu kendisinden başka. Çünkü havayla birlikte caddenin kaldırımları da baştan aşağı buza kesmişti. Kimse boylu boyunca yere uzanmak, bir yerlerini kırıp aylarca yatakta kalmak istemiyordu.

Başkaları istemiyordu da kendisi istiyor muydu sanki. Ama gene de evde kalıp televizyon karşısında mesai yapmaktansa, zor da olsa kaldırımda yürümeye çalışmak, düşmemek için fizik kurallarından medet ummak elbette ki daha iyiydi. Sevincinin sebebi de buydu. Küçük şeylerden mutlu olan insanlardandı işte.

Böyle dondurucu bir hava yerine lapa lapa kar yağmasını tabii ki tercih ederdi. Ancak hava şartlarının insanların isteğiyle şekillenmediğini de pekâlâ biliyordu. Kar duasına mı çıksaydı ne?

Kötü bir kömür kokusu kaplamıştı çevreyi. İnsanların havayı kirletmekteki sakınımsızlığa şaştı bir an için. Ama bu çok sıradan bir şeydi artık. Herkes bir tarafından altını oyuyordu dünyanın. Bakalım ne kadar dayanabilecekti dünya, yoksa “yeter ciğerimi tükettiniz!” deyip salı mı verecekti kendini?

Bir akrobat maharetiyle yürümeye devam etti. Caddeyi dik kesen sokağın lambalarının gündüz olmasına rağmen eksiksiz bir şekilde yandığını fark etti sağına bakınca. “İsraf” diye geçirdi içinden. Ancak bunu dilekçeyle belediyeye bildirecek gücü bulamadı kendinde. Emekli olunca belki yapardı böyle şeyler, ama şimdi yaşı bu işler için epey gençti, asabilik ve çokbilmişlik yaşlılara mahsus bir şeydi biraz da.

Her yaşlı, huysuz ve inatçı mıydı peki? Elbette ki hayır. Ama yaşlılığı bir sorun olarak gören, kendini sürekli genç gibi göstermeye çalışan ama bunda başarılı olamayan, sonra da mütemadiyen gençlerin doyumsuzluğundan bahseden ihtiyarlardan hiç hazzetmiyordu. Yaşlılık tevekkülle, Yaratıcıyı bilmekle, köşeye çekilebilmekle daha güzeldi sanki. Allah’ım böyle ihtiyarlar ne kadar da azdı dünyada…

Köşeye gelince durdu ve bu müthiş salep kokusunun nereden geldiğini bulmaya çalıştı. Sonra bunun bir yanılsama olduğuna hükmetti. Çünkü yolun karşısındaki pastaneden böyle bir kokunun buraya ulaşması imkânsız gibi görünüyordu. Ama yine de karşıya geçip pastanenin kapısından içeri girdi. İçeri girdi ama pastaneden çok bir viraneye ya da bir depoya benziyordu burası.

“Beyefendi tadilat var, kusura bakmayın. Bakın kapıda da yazıyor”

“Pardon. Dikkat etmemişim. Salep… Neyse. Kolay gelsin”

“Sağ olun.”

Demek ki koku başka bir yerden geliyordu. İçindeki salep içmek arzusu şiddetlenmeye başlamıştı. İnsan elde edemediği şeye daha çok istek duyuyordu belli ki. En iyisi mi bir kahveye girip demli bir çay içmek ve bu salep kokusunu/konusunu unutmaktı. Öyle yaptı, en yakındaki kıraathaneye yöneldi. Bu tür yerlerin isimlerinin hala “kıraathane” olması tuhaftı. Buradaki insanlar Allah bilir ömürlerinde tek kitap bile okumamıştı. Kahveyi işleten adamı elinde bir Tanpınar ya da Paul Auster kitabıyla tahayyül etti. Hayır, hayallerin bile kendi içinde bir mantığı olmalıydı. Bu kadarı bir hayal için bile fazlaydı.

İçerisi duman altıydı ama kahvehanelere özgü taze çay kokusu çekici kılıyordu ortamı. En köşedeki tek boş masaya oturdu. Ortadaki sobaya epey uzaktı burası, ancak dışarıdaki soğuktan eser dahi yoktu geniş salonda.

Çevredeki insanlara şöyle bir göz gezdirdi. Hep kayık tipler görmeye alışmıştı ya, düzgün giyimli birkaç kişi görünce şaşırdı.

Çok sessizdi herkes. Bir Allah’ın kulundan ses çıkmıyordu. Sanki buraya zorla getirilmişlerdi. Arada bir sigaralarından derin bir nefes çekiyorlar yine taşlarına yahut kâğıtlarına yoğunlaşıyorlardı. On saatten daha fazla burada kalan insanlar vardı. Yemeklerini burada yiyorlar (“Akşam simidi bunlar”) ve yaklaşık iki saatte bir tuvalet için kalkıyorlardı. Bu ne sabırdı Allah’ım, ne istikrardı…

Köşede yaşlı bir adam gördü kendi gibi tek başına oturan. Kocaman salonda yalnız oturan iki kişi vardı, birisi kendisi, diğeriyse şu nursuz ihtiyar. Gerçekten nursuzdu. Her tarafından Nemrutluk fışkırıyordu. Önündeki kâğıda bir şeyler çiziktiriyordu. Ama neydi ki o? Galiba bir at yarışı kuponuydu.

İhtiyarı bu halde görünce babası geldi aklına. Yıllar var ki görmemişti onu. Yetmiş bir yaşında olmalıydı bu yıl itibariyle. İncir çekirdeği bir nedenden ötürü küsmüşlerdi birbirlerine. Ve on yıla yakın bir süredir konuşmuyorlardı.

Beş vakit camide olan, akşamları saat on olmadan yatan, her yağmurda “rahmet yağıyor” deyip pencere önüne oturan ve tesbih çeken, şükür namazı kılan, “hayırlısı” kelimesini dilinden hiç düşürmeyen babasıyla şu ihtiyarı karşılaştırınca içinde birden babasının özlemini hissetti. Kaç defa eli telefona gitmiş ama şeytan hep haklı olduğu ve aramaması gerektiği konusunda ikna etmişti kendisini. Ama bu sefer arayacaktı.

Soğumuş çayını yudumladı, çayın parasını masaya bıraktı ve hemen evin yolunu tuttu. Koşar adımlarla merdivenleri çıktı. Dairesinin kapısına gelmişti ki içeriden telefonun sesini duydu. Ne zamandan beridir çalıyordu acaba? Anahtarı deliğe yerleştirmekte epey zorlandı. Sonunda açabildi kapıyı. Telefonun üzerine atıldı hemen. Babasıydı arayan. Karısının yani oğlunun annesinin öldüğünü haber vermek için aramıştı. Sadece haber vermek için. Belki cenazeye gelmek isterdi. “Tabii geleceğim” dedi. “Hemen yola çıkıyorum”

Annesi tam iki yıldır hastaydı, o ise ancak annesi öldükten sonra haberdar olabiliyordu bundan. Babasına “ben de tam sizi arayacaktım” dese ne kadar inandırıcı olurdu ki. Söylemeyecekti. Söylemeyecekti ama bundan böyle de babasını bir gün bile yalnız bırakmayacaktı. Görmüştü ya kahvedeki o adamı, böyle bir babası olmadığı için/böyle bir babası olduğu için (burada bir yanlışlık yok!) Allah’a ne kadar şükretse azdı…


GENÇ'ın Yazısı.