İşsiz değil, kariyersiz değil, okulsuz değil. Annesiz! Şu bir zamanlar küspe olan toprağa  başımı gömsem anlayabilir miyim bunu, kızıl köpüklü  ırmaklara atsam kendimi anlayabilir miyim? Annem henüz hayattayken şu çocuğun ne çektiğini anlayabilir miyim? Vallahi hayır anlayamam!  Bir çocuk ölümü ters lale gibi nasıl taşır derununda?

Hz. Hatice Resulullah’a;
“Senin söylediğin haktır, çünkü sen yetimlere bakarsın” dedi.

alondan içeri girdiğimde, şehla olduğumdan mıdır yoksa analı-babalı büyümenin verdiği eziklikten midir bilmem, üzerimde gezinen o masum bakışlarla kontak kuramadım uzun süre. Gözlüğünü arayan yaşlı bir nine gibi yere göğe bakınarak tedirgin bakışlar attım etrafıma. Ben kimim, bu çocuklar niye burada? Bu çocuklar kim ben niye buradayım? Duvarlar zifte mi boyanmış, zemin çukurlarla mı dolu? Ardımda bir aslan mı beklemekte yahut önümde bir uçurum mu kıvrılmakta? Niye köşeye sıkışmış hissediyorum kendimi?

Sordum durdum... Çocukların gözlerini topladım, çıkardım, böldüm. Lakin hiçbir aritmetik işlem huzurun katsayısına ulaştırmadı şu sermest ruhumu. Güya yetim çocuk sevindirmeye gelmişim. Güya iki şeker vererek katranların bile çırak duracağı ruhumu durultmaya gelmişim. Güya içtiğim zehirler bal şerbetinden sözlere dönüşüp çocukların kulaklarında yankılanacakmış. Güya ben bakkallarda satılan ucuz bir mum değilmişim de yetime öksüze güneş gibi ışımaya durmuşum. İşte ciğerimde hissettiğim bu derin yaralardan kan kusa kusa gezindim o yapının içinde. Buradan bir an önce savuşmayı, başımda pıhtılar dağlara doğru sıvışmayı az düşünmedim. Elimi kolumu sallayarak girdiğim bu yerden ya hemen çıkmalıydım ya da fıstık atacak gibi duran şu hanım ablalardan biri olmamak adına bir şey yapmalıydım.

Bu ruh kıvranması ve vicdan burkulması ile bahçeye çıktım. Her biri annesiz bırakılmış bu çocuklarla karşılaşmaya hazır değildim.  Annesiz bırakılmış… İşsiz değil, kariyersiz değil, okulsuz değil. Annesiz! Şu bir zamanlar küspe olan toprağa başımı gömsem  anlayabilir miyim bunu, kızıl köpüklü ırmaklara atsam kendimi anlayabilir miyim? Annem henüz hayattayken şu çocuğun ne çektiğini  anlayabilir miyim? Vallahi hayır anlayamam! Bir çocuk ölümü ters lale gibi nasıl taşır derununda?

İnsan böyle yetimhanelere pat diye girmemelidir. Önce hangi mahallededir bunu öğrenmeli. Bu bilgiyi sindirdikten sonra bir gün o  değilmiş gibi binanın yakınından geçip gitmeli. Sonra binaya yaklaşıp sadece duvarları seyretmeli. Sonra bahçeye girip kaydırağı  salıncağı sevmeli, sonra binanın kapısına dokunmalı. Başka bir gün gelip binaya adım atmalı. Yoksa tüm çocuklar içerideyken  dışarıdaki banka oturup hindi gibi düşünürken bulabilirsiniz kendinizi.

Gitmeli miyim? Kalmalı mıyım? Gitsem ne kazanırım kalsam ne? Bin otuzuncu kez bir çocuğa aynı soruları sorup durmak ne  kazandırır insana; “adın ne, yaşın kaç”… Film izler gibi “hım hım, vah vah” demek ne işe yarar… Eve gidince adını bile  hatırlamayacağınız o çocuğa sarılıp ağlamak da nedir. Durup dururken bir çocuğa “yetim olduğunu yetmiş kere hatırlatmak” ne verir  bize. Hatıra defterimize yapıştırmayacağımız düzinelerce fotoğraf çekmekle “aha da gittim ziyaret ettim” demenin dışında neyi murad ediyoruz.

Güzel olana sarılıp sevimsiz olanı itekleyen şu kızların ve “vah azizim bunları şöyle şenlendireceksin, bunları böyle” diye insandan değil de sürüden bahseden bey amcaların durumuna tekrar tekrar düşmekle ne kazanırız? Misal bulaşıcı bir hastalığımız var mıdır, niye fütursuzca sarılıp öpüyoruz kimsesizler diye? Annesi olsa izin verir miydi yüzünden mürailik  akan adamların nur damlası bebeğini öpmesine? Yahut şekerci dükkanı gibi boşalttığımız ceplerimiz hijyenik mi? O şekerler alerjik  mi? Hatta yemek saati ile çakışıyor mu şeker verme saati hiç düşünüyor muyuz? Düşünmeyiz çünkü biz birazdan bitecek bir görevi  yapıp kendi küflü koltuklarımıza geri döneceğiz. Şeker alerji yaptığında yanında olmayacağız nasılsa. İştahı kesildiğinde “hadi ama  yemesen büyüyemezsin” demeyeceğiz. ‘Yaram var dövemez havanlar merhem, yüküm var pazarlar bulamaz dirhem’ dediğinde  yanında olmayacağız. Yarasını da yükünü de kendi çekecek.

Buraya gelenlerin içinde elbette hassas insanlar da var. O kadar da toptancı değilim. Lakin onların da gelmek için bayramı, kameraları ve kız arkadaşlarını beklediklerini sanmıyorum. Mutat gelişleri ve özlenişleri vardır onların. Eminim. “Yetim başı okşamak”  hadisini sadece kedi sever gibi elini çocuğun başında iki ileri bir geri dolandırmaktan ibaret sanan insanlar ve kendimledir derdim. Sülalesinde var olan yetimi gurabayı görmeyip de yetimhaneleri turistik geziye çıkmış gibi gezen insanlarla, hayır-hasenat işlerini hafta sonu aktivitesine dönüştürenlerle meselem. Dön de bir bak komşularına, akrabalarına, derece derece  mesul olduğun insanlara. Eğer onların içinde bir tane yetim veya öksüz varsa sen ondan mesulsün işte. Onları yedir ve giydir olmadı  nlara ağabeylik ablalık yap. Misal ben bu yazıdan sonra akrabalarımın içinde üç tane öksüz olduğunu fark ettim. Sen de bir  düşün derim. O zaman bak bakalım yetimhanelerde yetim kalıyor mu?

Not: O gün o bahçede düşünürken bir çocuk salıncakta oturuyordu. Bana dönüp abla beni sallar mısın dedi. Şükrettim. Manevi olarak işe yaramayan bedenim mekanik açıdan bir işe yarayabilirdi. Kalktım salladım. İçeride “iyilikçilik” oynayanlardan daha iyi bir iş  yaptığımı düşünüyorum. Sizce?


Ayşegül Genç'ın Yazısı.