Bırak Yanakların Al Al Olsun!
Kendimi bildim bileli yanaklarım kızarır. Hatta bu yazıyı yazarken bile yanaklarım kızarıyor diyebilirim. Tabii zaman içinde bir keyfiyet farkı meydana geliyor o başka. Yani önceden yüz metreden fark edilebilirken utandığım, şimdi ancak beş metreden dikkat çekiyor. :)
Sahi ne ilginç bir sosyal fobi değil mi? Bu arada fobinin tarifini de vereyim: “Gerçekte korku yaratmayacak bir objeye, aktiviteye veya duruma karşı aşırı korku duyma ve kaçınma davranışında bulunmak.” Bizimkisi tam da bu galiba. Bir soru sorulur kızarırsınız, bankaya fatura ödemeye gidersiniz kızarırsınız, birisi ile yüz yüze konuşurken nedenini bilmediğiniz bir duyguya kapılır, yine kızarırsınız.
Ergenlik yıllarında büyük sıkıntılara yol açtığına yakînen şahit olmuştum. O nasıl bir iç yarasıdır ancak yaşayan bilir. Bayan olsun erkek olsun zor iş kardeşim. :) (Bu yazıyı okumaya hâla devam ettiğine göre senin de böyle bir derdin var diye kabul ediyorum. Yok eğer yanakların kızarmıyor, yanakları kızaranlarla da dalga geçiyorsan burada hiç vakit geçirme, bunun yerine yanakları hiç kızarmayan ve de kızarmayacak Sinan Özgenç`in yazısına göz at, hadi ciddi kardeşim. :)
Zorluklarından bahsediyordum ya devam edeyim. Devam edeyim ki yanakları kızaran ve bunu dert eden kardeşlerim ve dostlarım yalnız olmadıklarını bilsinler ve bir nebze olsun ferahlasınlar. Örneğin ergenlik yıllarımda çoğu zaman, “siyahi bir deriye sahip olsam neler söylerdim neler” derdim. Derse geç kaldığımda yanaklarım kızarıyor diye kapıyı çalıp da içeri bile giremezdim. Hele bazı konularda müthiş fikirlerim olmasına rağmen yine aynı sebepten dolayı dut yemiş bülbüle dönerdim. Bunlar iyi olanları aslında, çünkü burada ne olacağını az çok tahmin edebiliyor ve bir tercih söz konusu olabiliyor. Bir de hiç istemediğiniz durumlarla karşılaşabiliyorsunuz. Yani -gayr-i iradi- bir bakıyorsunuz zor bir durumla karşılaşıyorsunuz ve kaçamıyorsunuz. Mesela konferans, sohbet ya da bunun gibi içtimai toplantılardaki tanışma faslı başladı mı bizdeki paniği sormayın gitsin. “Sağdan başlayalım efendim” dendiği anda önce gözler büyüyor, terleme ve yutkunma güçlüğü başlıyor, size gelene kadar kaç kişi varsa tek tek hesaplıyorsunuz, ne diyeceğinizi düşünseniz bile sıra size gelince düşündüklerinizi söyleyemiyorsunuz. (Bu korku dolayısıyla genelde o tür yerlerde herkes kendisine odaklandığından kimse kimsenin adını ve mesleğini hatırlamaz.) Açıkçası hâla korkarım bu tür toplantılardan, konferanslardan. Bilinçaltımdan atamadım diyebilirim. (Aslında bir iki yerde topluluğa konuştukça açılıyor insan benden söylemesi. “Korkuların üstüne gitmek” burada önemli bir ipucu olabilir.)
Hani derler ya hastalıktan bahsetmekle hastalık iyileşmez, önemli olan derman sunmaktır diye. Haklılar, lakin kelin ilacı olsa başına sürer. Ah bir bilsem de söylesem sizlere. Bir ara bir haber duymuştum, İngiltere miydi neydi, bir ülkede yanak kızarmasını engelleyen bir ilaç üretilmiş. O gün nasıl heyecanlanmıştım sormayın. Çok pahalı olduğu için sonradan vazgeçtiğimi hatırlıyorum. Bir süre sonra da, yok ensede bir damar varmış, o damar sebep oluyormuş, işte o damarı aldırırsan yanaklar bir daha kızarmıyormuş diye duymuştum. Yine aynı heyecanla araştırmıştım lakin onun da aslını bulamamıştım. Sonra “Aman” dedim, “kızarırsa kızarsın!” Yaratan böyle uygun görmüş madem, ne diye cebelleşiyorum kendimle, hem çok da yakıştığını söyleyen bir sürü kişi var, sağlıklı olmanın da bir işareti olduğuna göre ne dert edeyim ki:) ( Tabi böyle kolayca atlatılmıyor da yine de olumlu düşünmenin faydası çok. Bir de şu var, mesela televizyona çıkan insanların yanakları sanki hiç kızarmıyormuş gibi gelirdi bana. Üniversitedeyken, hepimizin yakından tanıdığı Uğur Dündar dersimize giriyordu. Bir gün ders arasında bir fıkra anlatmıştı ve çok soğuk bir esprisi olduğundan neredeyse herkes zorla tebessüm etmişti. Sonra yanakları bir kızarmıştı anlatamam. O gün benim için bir milattı aslında, “vay be” dedim, “koskoca Uğur Dündar bile kızarıyormuş.” :)
Yanakları kızaran güzel dostlarım, sizi anlıyorum. Siz de beni anlıyorsunuz biliyorum. Olanı olduğu gibi kabul etmek büyük bir erdem. Bununla yaşamayı öğreneceğiz.
Araştırmalara göre fobilerin gerçek nedenleri bilinemiyor. Öne sürülen fobi nedenleri türlerine göre değişmekle birlikte aynı fobi türünde de hastadan hastaya değişiklik gösterebiliyor. Yanaklarımızın kızarmasında psikolojik, biyolojik, genetik ve çevresel faktörlerden biri veya hepsi etkili rol oynuyor olabilir. Lakin dediğim gibi, yanaklarımızın kızarmasını durdurmak yerine kendimizle barışık olmanın yollarını aramalıyız. Bunu da nasıl mı yapacağız: Önce olanı olduğu gibi kabul edelim ve kendimizi sevelim. Öyle ya, göz rengimizi, ten rengimizi biz belirlemiyoruz. Eğer yanaklarımız doğal olarak kırmızı ise takdir edilen buymuş deyip teslimiyetin huzuruna sığınmak gerekiyor bu noktada. Yok eğer yanaklarımız kırmızı olmakla birlikte çoğu zaman gereksiz korku ve heyecanlardan dolayı kızarıyorsa, kişilik gelişimimiz üzerinde durmaya devam etmek gerekiyor. Bunun yanı sıra, psikolog bir arkadaşımın şu tavsiyelerini de hatırlatmak istiyorum: “Atakların yaşandığı o sırada kendimizi sakinleştirmeye uğraşmamak da önemli, sakinleştirmeye çalıştıkça daha da heyecanlanırız. En iyisi durumu kabullenmek, saklamaya çalışmamak”. Ve önemli bir etken de hayali korkular ve mükemmeliyetçilik. Bunlardan kurtulmak zaman alsa da bunu yapmak gerekiyor. Hata yapmaktan, yanılmaktan korkmamak gerekiyor belki de. Zaaflarımızın olması çok normal, bunu iyice anlamak lazım. Bütün insanlar hata yapar. Hata yapmak insan olmanın kaçınılmaz bir sonucudur. Hiçbir insan kusursuz değildir ki. Sözlerimi insanın kendisini bilmesine getireceğim son olarak. Herkes az çok kendini bilir ya da bilmeli. İşte bu kendimizi bilme derecemizi ne kadar yükseltebilirsek, yanaklarımızın gereksiz yere kızarmasını da o derecede azaltmış olacağımıza inanıyorum. Ya da en azından benim gibi, yanaklarınız kızarsa da artık bundan rahatsızlık duymayacak bir hale geleceğinizi düşünüyorum. :) Bu arada aslında çok rahat iletişime geçen biri olan bu satırların yazarı tam bir sosyal fobik sayılmaz. Ki tahmin ediyorum ki çoğu kişide de böyle oluyordur. Yani aslında heybeniz hayat dolu ama böyle ufak tefek şeyler önünüzü kesiyor. Belki de işin güzelliği buradadır.
Serde şairlik var ya, yanaklarım kızarsa da şöyle fiyakalı bir bitiş yapayım: Bırak yanakların al al olsun...
Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.