Sevinç Emin

Korkmuyorum ağlamaktan. Elimden gelen tek oydu beni minicik iken kreşe verdiklerinde. Kimse gözyaşlarıma önem vermiyordu, konuşmayı bile bilmiyordum. Gözyaşlarımı kim ``duydu``?

Ne beni terkedenler ne de beni alanlar... ``Çocuk işte, gelip geçer...`` Bir çocukta yetişmiş bir insanın hissiyatının varolduğunu bilmek istemiyorlardı. Mücadelem gözyaşlarımda saklı idi. Hissediyordum... Burada beni benden alacaklardı, hatta onların kültürünü, dilini, dinini dahi aşılayacaklardı... Hissediyordum bunu. Ağlıyordum... Sayfalar bembeyaz, nur damlıyor...

Diğer çocuklar şen-şakrak, oyunların sihrine kapılmış, kimbilir hangi masalların kahramanını yaşıyorlardı... Başıma geleceklerimden habersiz garipliğin ve gurbetin ilk yudumlarını daha 2-3 yaşında iken tattım. Ne kadar acı olduğunu, yutkunduğumda boğazımı değil; küçücük bağrımı nasıl yaktığını kimseye anlatamadım. Gözyaşlarının dilinin deşifre edilmediği dünyada yaşıyoruz ne kadar olsa.

Seviyordum kreşe giden yolu, kapısını, elimden tutan öğretmenin elini, elbise dolabını, oynayan çocuklar ile dolu olan o koskoca odayı. Beni oyuncaklar ile avutmaya çalışanlar, kimbilir hangi ``oyunların`` mağlubu olmuşlardı. Ne dersiniz, avutulabilir miydim böyle olanlar tarafından? Yalnızlığım her geçen saat artıyordu... Saymak dahi bilmiyordum, öylesine gariptim ki! Kurtlar vadisinde kuzu misali. Ama kurtlar saldırmayacak kadar akıllı, kuzuyu kurt ahlâki ile yetiştirmek değil mi hedef? Sonra sürüye tekrar geriye döndüğünde artık büyümüş kuzu, buyurunuz size ``mağlubiyet``!

Müslüman olduğumu henüz kimse öğretmeden, ben Hıristiyanlığın gelenekleri ile yoğruluyordum: Noel, Paskalya şiir ve şarkıları ve batıl dünyanın daha nice batıl kutlamaları… Yemeklerimizde hep domuz eti vardı. Dinimizce bunun yasağını bilmesem de o zamanlar, o yemeği görünce tiksiniyor, yemiyordum, ama başıma dikilenler yok mu, tokat ile yedirenler... Vahşiliğin böylesi neye sığar!

4 yaşında iken ailemde bir tek ben Bulgarca konuşabiliyordum. ``Bulgarca`` düşünmek zorunda idim. Köyde ninemin beni niçin anlamayışına kendimce şaşırıyordum. Nereden bileyim ki ninemin bir tek Türkçe konuşabildiğini... Nasıl anlatayım ona karnımın aç olduğunu? Garip manzara değil mi?

Dervişlerin inzivaya çekilişi misali, ben de bazen evde kalmayı tercih ediyordum. Evin köşeleri ile baş başa kalıyordum. Çocuklar iç dünyasına çekilmiyor diye bir şey yok. Kendim ile baş başa kalınca, oyuncaklar bir zamana kadar... Ya sonra? Sessizliğe sarılmalı ve ağlamalı... Bazen de annemin elbiselerine sarılıyor, kokusunu içime çekerek ağlıyordum, öylece kalıveriyordum.

Yorulmaz mı çocuk bunca çileden sonra? Benim çocukluğum böyle başladı, küçük yaşıma nispeten büyük mücadele ile... Sorunlarım iki karış boyumu aşıyordu, bir de çözümünü sunacak birisi olsaydı...

Korkmuyorum ağlamaktan...


GENÇ'ın Yazısı.