Selçuk Küpçük

Dini söylem deyin, başka bir şey deyin, ama ben ülkemin, tarihimin, Anadolu’nun dili budur diyorum. Bu topraklar türbelerin, evliyaların, ermişlerin, dervişlerin, alperenlerin ülkesidir. Büyük kültür, felsefe külliyatımız onlardır. Ne öğrendikse onlardan öğrendik. Bugün Şeyh Galip’i, Mevlana’yı, Itri’yi, Hammamizade’yi saf dışı bırakırsak Anadolu’nun derinliği, gücü ortada kalmaz. Sema’ya dönenler nasıl döndü, Bektaşiler “hu” dedi. Biz de dilimizi onların diline göre ayarlıyoruz…

NİHAT GENÇ Türk edebiyatının en çok sansürlenen yazarlarının başında geliyor. 1990’ların başından itibaren gerek Hakan Albayrak ile çıkardıkları ÇETE dergisi ve gerekse yazmış olduğu diğer dergilerde sivil, yerli bir söz ambarından hareketle kelimelerin gizil gücüne yaslanarak yıkıcı bir söylem geliştirdi. Bu söylemini de bir söyleşisinde dediği gibi “adresten değil, tarif edilen yoldan vazgeçerek” inşa ediyordu aslında. Adres dediğimiz şey ise yerli paradigmalar üzerine oturan, bağımsız bir ülke ve sivil bir toplumdu hiç kuşkusuz. Bir vatanperver olarak Batı’nın bu soylu topraklar üzerinde kurmaya çalıştığı sömürü düzeneği ve onun yerli işbirlikçileri karşısında halk’tan yana tavır alarak bu ülkenin kapıcısını, hemşiresini, bitini, söğüt ağacını romanlarına konu edinerek bizlerden sürekli gizlenilmeye çalışılan asıl ülkemizi keşfe çağırıyordu okuyucunu. Batı’nın bütün konferanslarında, anlaşmalarında, kitaplarında, söylemlerinde neden hep Müslümanlar’ın haksız gösterilir olduğunu sorguladı. Bu topraklarda doğan, ancak zihni bu topraklara ait olmayan yerli oryantalistlerin de bir müddet sonra tıpkı Batılılar gibi dönüp bizi aşağıladığını, haksız bulmaya çalıştığını haykırdı hiç durmadan. Üzerine bastığımız bu topraklarda geçmişte ve bugün yığınla trajedi yaşanırken yazmış olduğu sözde romanlarda hiç bunlardan haberdar değilmiş gibi saçma metinleri alt alta koyanlara karşı amansız bir savaş açtı ve onları duyarsızlıklarından dolayı ifşa etti. Holdinklere ve boyalı basının arkasına sığınarak kalemini satanlara karşı tek silahı vardı : kelimeler. O da kelimelerin bütün pozisyonlarını kullanarak çıktı meydanlara. Kelimeleri yanına alarak kendi değimi ile “tekme tokat” daldı ortalığa. Yeri geldi sövmenin, bağırmanın, kelimelere takla attırmanın her türlüsünü denedi. Edward Said’in Entelektüel isimli kitabında bahsettiği modern entelektüel’in sürgünlük halini ben ona çok yakıştırıyorum. Hiç bir kurum ve ideoloji adına söz almadan salt yerli ve insani duyarlılıklar etrafında bütünlenen soylu bir söylemin izini sürdü yıllarca. Tıpkı benim bu söylemi ona devrettiğini düşündüğüm Cemil Meriç gibi. İdeolojik anlamda bir yere ait olmama hali aslında modern sürgünlüktü bir bakıma. Kaldı ki bir insan acısını anlayabilmek için bir ideolojiye de ihtiyacımız yoktur. Kimi görüşlerine katılamayız belki ama O bize bir yazar ahlakı ve duruşu öğretmiştir. One Man Show’dan Soğuk Sabun’a, Bu Çağın Soylusu’ndan, Dar Alanda Tufan’a, Dün Korkusu’ndan, Çiçekleri Sarı Kıza Yedirdim’e kadar Türk Romanının en sıra dışı örneklerine, metinlerine imza attı. Son birkaç yıldır yazdığı makalelerine ve bu makalelerini kitaplaştırdığı seriye bakarak bir Nihat Genç profili çıkartamayız diye düşünüyorum. Ben asıl Nihat Genç’in romanlarında saklı olduğuna inanıyorum. Çünkü O’nun bu tahrik edici dilini çözümleyebilmek, anlayabilmek için mutlak romanlarından ivmelenerek bir okuma yapmamız gerekli. Kendisi ile bir süre evvel yeni makalelerini topladığı vitrinlerdeki son kitabı Karanlığa Okunan Ezanlar isimli kitabı merkezli bir söyleşi yaparken de ilk sorum yeni bir romanının olup olmayacağı üzerine idi. O bize yerli kalarak etrafımızda olup biteni yeniden algılamamızı ve yorumlamamızı öğretmiş ve sivil bir alan aralamıştır. Bize düşen Cemil Meriç ile zemine oturan ve Nihat Genç ile bugüne gelen modern sürgünlük halini genç arkadaşlara bolca anlatmak… (S. K)

Nihat Genç çoktandır roman yazmıyor. Aslında Nihat Genç’i asıl okuru Bu Çağın Soylusu, Soğuk Sabun, One Man Show, Çiçekleri Sarı Kıza Yedirdim, Dün Korkusu, Dar Alanda Tufan ile sevdi. Nihat Genç artık roman yazmayacak mı? Yazacaksa bu nasıl bir proje olacak?

Uzun bir dönem daha yazabileceğimi sanmıyorum ama, hep içimde var. İnşallah bir gün çok istiyorum. Bakın güncel siyasi konulardan uzaklaşamıyorum. Çünkü işimin bir parçası aktüel, siyasi konuları tartışmak ve ardından bu konuları kültür, felsefe, tarihle yoğurmak…

Nihat Genç’i yeni tanıyanlar basında yer alan söyleşileri ve özellikle SkyTürk’teki programı ile belleklerine kazıdı. Buradan keşfedip romanlarına bir kazı yapan okur mutlak vardır. Peki Nihat Genç bu tür tanınmışlıktan rahatsızlık duyuyor mu?

Hayır, duymuyorum. Ancak bazen yoğun olduğum günler fazla meşgul tutulduğum için sıkılıyorum. İşim olmadığı zaman rahatım. Çoğu zaman inanılmaz bir insan trafiği, toplantı, özel görüşme bunaltıyor. Dayanmaya çalışıyoruz…

 Karanlığa Okunan Ezanlar’da Kardeşleme Kültürü adlı yazın başta olmak üzere genel olarak diğer yazılarında da kardeş olma üzere bir söylem geliştiriyorsun. Bir kardeşlik duygusu ve bilinci imhaya uğramış ki, yeniden böyle bir kültürün inşasını ve yöntemini öneriyorsun. Bizlerin kardeşlik duygusu nasıl bir kopmaya uğramış ki şimdi yeniden bunun arayışı içerisindeyiz?

Evet, Avrupa Birliği kapısında yazılan raporlarda yazılan, dikte edilen emirler bize sürekli azınlık, etnik, ırk, dil, mezhep kavramlarıyla konuşmamızı istiyor. Bu büyük tehlikedir. Türkiye’nin etrafına bakın son on yılda. Onlarca şehirde iç savaş çıktı ve bugün komşularımızın şehirleri iki ayrı şehirler haline geldi. Mesela Saraybosna artık iki ayrı şehirdir. Lefkoşa ayrılmıştır. Beyrut Hizbullah ve Maruniler tarafından ayrılmıştır. Kudüs, Doğu Kudüs diye Müslüman ve Yahudiler’in oturdukları iki ayrı şehirdir ve Kerkük de yavaş yavaş mahalleler ayrılmaya başladı. Şimdi de Bağdat. Sunniler’in ayrı Şiiler’in ayrı oturduğu yeni iki ayrı şehir olmaya doğru ilerliyor. Bunun sebebi uzun zamandır birileri bizimle biyolojik kavramlarla konuşuyor. Yani bizimle leylekler, kargalar gibi ya da kangallar, buldoglar, dalmaçyalılar gibi konuşuyor. Oysa bu toprakların çocuklarının ortak bir hafızası var. Arkadaşlıkları, aileleri, kültürleri, sokakları ortak. Biz tarihimizi ve özel hayatımızı bir yığın ortak sosyal kültürle inşa ettik. Yani hiç bir zaman birbirimize ırki, dini, mezhebi kavramlarla bakmadık. Avrupa’nın projesi etrafımızdaki ülkelerdeki iç savaşlar çıkardı ve bugün o şehirler ortadan ikiye bölündü. Bizim projemiz ise kardeşlik projesidir. Anadolu dünyanın bin ayrı yerinden on binlerce yıldır gelmiş ve artık çoktan aile olmuş bir kutsal ülkenin adıdır. O halde kardeşliğimizi besleyeceğiz. Çerkez, Gürcü ayırımları yerine Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Nasreddin Hoca gibi ortak tarihimizi, kültürümüzü daha da ortaklaştırıp Avrupa’nın biyolojik tasniflerine karşı durucağız…

Beklenen oldu ve Nobel bir Türk’e verildi. Bu ödül belli bir tarihten beri arada bir Batı dışındaki yazarlara veriliyor. Nobel hususunda sen neler söylersin?

Hayırlısı olsun. Keşke dürüstlükle, alnının teriyle yazarlık becerisiyle alabilseydi. Ama olmadı. İhanet dolu lafları çekinmeden söyledi. Ve şimdi halkımız bu nobeli kabul etmedi. Ayrıca ben Orhan Pamuk’un hırsız olduğunu söylüyorum. Pedro’nun İstanbul Seyahati kitabını aynen almış ve Beyaz Kale kitabında sayfalarca dipnot vermeden kullanmış. Ve bu hırsızlığı neden yaptığını da açıklamamıştır. Hırsızlığını söyleyince susuyorlar, bakalım kaç on yıl daha susacaklar. Avrupa’dan bir delikanlı gazeteci on yıllar boyu hiç çıkmayacak mı, bekliyoruz…

İlk kitabından beri seni okuyorum. Hakkında çıkmış bütün yazıları, söyleşilerini biriktirdim. Seninle ilgili belki Türkiye’de kimsede olmayan bir arşivim mevcut. Son bir kaç yıldır verdiğin mülakatlar, makalelerin ve SkyTürk’teki konuşmalarını dikkate alırsak dini referansların artarak şekillendiği bir söylem geliştiriyorsun sanki. Senin bu söylemini nasıl okumamız gerekli. Mesela Star gazetesine verdiğin bir mülakatta Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası yerine Mevlevi Topluluğunu öneriyorsun. Ya da bir başka yerde “Onların bombaları varsa bizim de Allah’ımız var” diyorsun.

Evet doğrudur. Buna dini söylem deyin, başka bir şey deyin, ama ben ülkemin, tarihimin, Anadolu’nun dili budur diyorum. Bu topraklar türbelerin, evliyaların, ermişlerin, dervişlerin, alperenlerin ülkesidir. Büyük kültür, felsefe külliyatımız onlardır. Ne öğrendikse onlardan öğrendik. Bugün Şeyh Galip’i, Mevlana’yı, Itri’yi, Hammamizade’yi saf dışı bırakırsak Anadolu’nun derinliği, gücü ortada kalmaz. Sema’ya dönenler nasıl döndü, Bektaşiler “hu” dedi. Biz de dilimizi onların diline göre ayarlıyoruz…

Doğu Konferansları çerçevesinde birçok ülkenin yazarı, şairi ve entelektüeli ile bir araya geldiniz/geliyorsunuz. Kuşkusuz çok geç kalınmış bir iletişim süreci bu. Çünkü senin de çok anlattığın gibi kültürel anlamda aynı coğrafyanın, iklimin çocuklarıyız. Peki şu ana kadarki izlenimin nedir bu konferanslar ile ilgili olarak. Geleceğe ilişkin nasıl kazanımlı bir tarih bekliyor bu anlamda bizi?

Doğu Konferansı aydın tarihimizde başköşeye oturacak bir büyük girişimdir. Çünkü gezdiğim yerlerdeki intibalarımızla onlarca kitap yazdık. Üçbin sayfanın üstünde yazı yazıldı. Şahsen ben Amerikan Köpekleri’ni yazdım, neyse sınırlarımızı açmak ve bunu pratikte de başardık. İşte Suriye sınırı, sekiz kapı açık. Oysa savaş halindeydik. Düşmanlıkları kırmaya çalıştık. Ki Mollalar diye İran’a hücum ediliyordu. Bugün ise İran’la ortak PKK harekatı yapabiliyoruz. Üstelik ticaret yapıyoruz. Yüzyılın mayınlı sınırları parçalanıyor. Daha da parçalanacak. Aynı kültür, aynı tarih, aynı geçmişin çocukları yeniden aynı aile olabilmek için yüzlerce yıl daha çalışmalı. Bizleri düşmanlaştırıp, milliyetçileştirip savaştırmak istediler. Allah korudu, Müslüman elimiz kalkmadı. Her aydın Batı’ya Paris’e değil önce kendi komşularının şehirlerine, aydınına gitmeli. Çünkü savaş burda. Bizi kırıyorlar. O halde daha da kaynaşmalı iç içe geçmeliyiz. Doğu Konferansı bu görevini ifa etti ve büyük bir aydın harekatı olarak tarihe geçti..

E. Said Entelektüel adlı kitabında Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığı anlamına gelen cümleler kuruyor. Ya da Oryantalizm kitabını baştan sona okuyorsunuz, Osmanlı ile ilgili kayda değer bir cümle bulamıyoruz. Bu Batılı muhalif geleneği temsil eden ve Müslüman entelektüeller tarafından da okunması önerilen düşünürlere ne kadar, nereye kadar güvenebiliriz?

Edward Said’i çok severim. Böyle bilgiler yazdığını sanmıyorum. Yazmışsa da bilgisizliktendir. Osmanlı isim olarak geçiyor mu geçmiyor mu şimdi düşündüm, ama Osmanlı topraklarının kültürel işgali işte asıl anlatılan konu bu. Edward Said’i dünya aydınlarını aydınlattığı için kutlamalıyız. Batı’nın silahlarından daha vahşi olan şeyin batılı misyoner bilim adamlarının marifetleri olduğunu ortaya koydu..

Teşekkür ederiz.


GENÇ'ın Yazısı.