Edebiyat Ve İslâm
İbrahim Arpacı
Edebiyat ya da yazın, yazarın düşünce ve duygularını, okuyanın estetik bir tat almasını sağlamak amacıyla yazılmış ya da böyle bir amaç gütmese de biçimsel olarak bu düzeye ulaşmış yazılı yapıtların tümüne verilen isimdir. Bu batı da “literatür” kelimesi ile karşılık bulan edebiyatın tanımıdır.
Biz Müslüman toplumlarında ise literatür kelimesi, edebiyat kelimesi ile karşılık bulur. Kelimenin kökünü incelediğimizde Menşeine dâir çeşitli görüşlerin bulunduğunu görürüz. `Edeb`, bazılarına göre İslâm öncesi şiirde de görüldüğü üzere `de`b` kökünden gelen Arapça bir kelimedir ve umumiyetle `sünnet` ve `terbiye` mânâsında kullanılmıştır. `Edb` kökünden geldiğini iddia edenler ise, kelimenin `dâvet` mânâsına geldiğini belirterek, `ziyafet yemeği, düğün yemeği` anlamındaki `üdbe`, `me`debe/me`dübe` şekliyle sıkça kullanıldığını söyler. (Lisânü`l-Arab, `edb` md.; İbn Kuteybe, s. 162, 558). Menşei hangi kelime olursa olsun `edeb`, İslâm coğrafyasında olduğu gibi dilimizde de birden fazla ve zaman içinde genişleyen mânâlarda kullanılmıştır. Bu kelime ilk zamanlarda `gelenek, görenek, ahlâk` gibi anlamları ihtivâ ederken, zamanla ferdî ve içtimaî uyulması lâzım gelen bilgi ve davranış tarzları için kullanılan geniş yelpazeli bir terime dönüşmüştür.
Batı’da ki edebiyat algısı, estetik, haz ve biçimsel düzey noktasında her şeye verilen tanımken, İslâm edebiyatında bu, ahlâkî bir yapının etrafında oluşan en güzel ifâde biçimi olarak kendini gösterir. (Müslüman yazar, yazdıkları ile sanata özgünlük katabilir mi katamaz mı sorusu; işte burada kendini göstermeye başlar.)
Batı hümanist geleneğinden gelen Kant’a göre, “bir metnin sanat sayılabilmesi için "çıkar gözetmesi", başka bir deyişle kendi dışında hiçbir amaç taşımaması gerekir. Bütün sanatlar gibi edebiyat da bu bakımdan oyuna benzetilebilir. Oyunun kendi dışında hiçbir amacı yoktur, yalnız zevk almak için oynanır ve biter,” der. Kant’ın yaptığı bu tanım, bizdeki edebiyat anlayışının muhtevâsına uygun değildir. Çünkü İslâm edebiyatı, belâgat kelimesi ile birleşerek muhteviyatlı bir anlam bütünlüğü oluşturur. Sözü en iyi şekilde söyleme sanatı olan beliğ, kökünden gelen belâgat, edebiyatın tanımı yapılırken bu tanımın dışında tutulamayacak bir mânânın da hamisidir.
Kant’ın bu tanımından yola çıkacak olursak, amaçsız, sâdece haz almak için söylenen söz, bir gâye boşluğu oluşturduğu, bir hedefsizliğe işaret ettiği için, İslâmiyet’in men ettiği bir yaklaşım biçimi olduğunu görebiliriz. Kuran, cenneti tanımlarken” “Orada ne bir boş söz ne de yalan işitmezsiniz.”(35/78) diyerek, gereksiz hedefi olmayan cümlelerin kişide bir zaman isrâfı beyin meşgûliyeti olacağını ifâde eder. Buna karşılık kişiye dünya ve âhiret mutluğu verebilecek olan sözün “İşte bu sana okuduğumuz âyetlerden ve hikmetli kurandandır”(3/58) diyerek, müminlerin hikmetin ve faydanın peşinden gitmeleri gerektiğini telkin eder. Her Müslüman düşünür ve yazarında bir bakıma bu gâye ile hareket etmesi gerektiği mesajını verir.
Batıda edebiyat dediğimiz şey, zamanla sinema, tiyatro diğer çizimlerle iç içe geçerek sanat adını alırken, İslâm edebiyatında böyle bir yapılanma, ciddî anlamda söz konusu olmamıştır. Ayrıca İslâmiyet, inananlarını eylemlerinden sorumlu tuttuğu gibi söylemlerinden de sorumlu tutar. Bunun bir sonucu olarak bir söylem güzergâhı olan edebiyatın, ancak Allah’ın sınırlarına riâyet edildiği takdirde yapılmasını teşvik etmiş ve bunu hikmetin bir gereği şeklinde ifâde etmiştir.
Batıda ki bu türlü algı edebiyatı yazarlarının da sadece kendi ruh dünyalarının tecrübe ettiği şeylerde kitâbileşme, ya da roman, hikâye formunda yazılar yazarak çeşitli varyasyonlarla edebî akımlar meydana getirmeleri ile sonuçlanmıştır. Neticesinde Hümanizm, Klâsizm, Panslavizm. Realizm, Romantizm, Natüralizm, en son olarak da Postmodernizm dediğimiz daha ismine yer vermediğimiz onlarca edebî düşünce akımı ortaya çıkmıştır. Tüm bu akımların çıkış nedeni belirttiğimiz gibi batı edebiyatçıların edebiyat dedikleri şeye yükledikleri anlamın hazza ve biçimsel kurama dayalı olmasından kaynaklıdır. İslâm edebiyatında ise edebî kültür, söylem, anlayış, şu zemin üzerine kurulmuştur. O da Allah’ın emir ve nehiylerinin toplumun sosyo-kültürel siyasî, ekonomik alanında kalem tutanlarının bunu en edip edebe muhayyer tarzda verme çabası şeklindedir. Batının aksine İslâmî edebiyat, “insan çıkışlı” bir yaklaşımı değil, İlâhi emrin altında şekillenen bir söylem biçimini destekler. Yine de İslâm anlayışı, İnsan çıkışlı eylemlerin neticesinde oluşacak olan durum için de her zaman bir çıkış kapısı açık bırakmıştır.
Müslüman yazar, edebiyatı dünya ve âhiret faydacılığı esâsına göre yaparken, batılı yazar da ise öncelik kişisel gâyedir. Müslüman yazar edebiyatı ilâhî emirleri ifâde etme noktasında bir araç olarak kullanırken, batılı yazar, edebiyatın kendisini bir gâye olarak seçer. Müslüman yazar, yazdığı romanı ya da hikâyeyi veya öyküyü bir nedensellik ilkesine bağlarken batılı yazar her dâim bunu gözetmeyip metni askıda tutabilir. Müslüman yazarın çıkardığı eser, hakikati tek bir cümleye toparlama gayreti iken, batılı yazar da bu, giz, sır ve fantastikliğin de içinde bulunması için bir çeşitlilik şeklindedir. Müslüman yazar, inancının sınırlarını aşan şeylere hikmeti yüklerken, batılı yazar bunu felsefî yaklaşım ile nihayetlendirir. Müslüman yazarda birinci öncelik tebliğken, batılı yazar da bu estetiktir olarak kendini gösterir.
Nihaiyi olarak Müslüman yazar için uhrevî pragmatiklikten söz edilebilirken batılı yazar için dünyevî pragmatist tanımı yapılabilir. Müslüman yazar tüm yazı serüveninde batının algı dünyasına evirilmediği sürece sufistik bir kimlik kazanırken batılı yazar daha çok sekülerleşme eğilimi olan toplumların pazarı hâline gelerek, içinde birçok doğrunun ve her doğrunun birbirini reddedebildiği sofistik bir kimlik kazandığını görebiliriz.
Şimdi tekrardan İslâm edebiyatı üzerinden bir tanım yapacak olursak, Müslüman şâir ve yazarlar, öncelikle insanın gönül dünyasına paraf atma gayreti güderken, batılı yazar da ise bu öncelik, kişinin akıl dünyasına paraf bırakma gayreti şeklindedir, diyebiliriz. Örneğin Fuzulî, “Aşk imiş her ne var ise âlemde, İlim bir kîl-û kâl imiş ancak.” derken tüm fennî ve pozitif, âlet ilimlerinin aslında tek bir gâyeyi hedef alması gerektiği hepsinin süfli; hepsinin yok olacağını ve kalp bağlanması gerekli olan şeyin ilâhi bir aşkın olabileceğini telkin ederken, William Shakspeare ise “bilimin ulaşmadığı bilginin hikmeti de yoktur.”(Düşünce Notları) diyerek, batı ve doğu toplumları arasındaki bakış açısını ortaya koyar.
Bu yüzden yetkinlik sâhibi yazar ve şâirlerimiz geleceği ancak gelenekten gelen bir kök ile inşâ edebileceğimizi bu ise geleneğimiz neyi referans almışsa yine o referanslarla bir edep bir edebiyat halkası oluşturmamız gerektiğini vaaz eder. Bu durumdan hareketle, İslâm ilâhi kitabımız Kuran ve onun habercisi Peygamber ile yazar ve şâirin de olması gereken sınırlarını şu şekilde çizer. Kur`an-ı Kerim 227 âyet olan Şuara (şâirler) Sûresi`nin son dört âyetinde şâirlerden söz eder; "Şâirler var ya! Bunların peşine de sapkınlarla çapkınlar düşer. Görmez misin, onlar her vâdide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Onlar yapamayacakları şeyleri söyler. Ancak iman edip güzel ve makbûl işler yapanlar, Allah`ı çok zikredip ananlar ve zûlme maruz kaldıktan sonra haklarını savunanlar müstesnâ" Bu âyet inince Hasan bin Sâbit, Abdullah bin Revaha ve Kab bin Mâlik ağlayarak, Hz. Muhammed’e (sav) gelirler. "Allah, bu âyeti indirdiğinde bizim şâir olduğumuzu biliyordu." derler. Bunun üzerine Allah Resulü: "İman etmiş olanlar ve iyi amel işleyenler müstesnâ" ayetini okur ve "İşte bunlar sizlersiniz." der.
Hz. Muhammed (sav) Şâir Nabiğa’yı çok seviyor ona iltifatlarda bulunuyordu, "Şerefimiz göğe çıktı, biz daha üstünü istiyoruz." deyince, Hz. Muhammed, Nabiğa`ya lâtife yollu sorar: "Göğün ötesinde nereyi istiyorsun?" Nabiğa, "Cenneti istiyorum." der ve başka güzel bir şiirini daha okur. Hz. Muhammed de bunun üzerine, "Allah senin ağzını bozmasın!" der. Nabiğa, Peygamber Efendimizin duasıyla hem güzel şiirler söylemiş hem de yüz yirmi yaşına kadar yaşamasına rağmen ağzından bir tek dişi eksilmemiş; bir rivayete göre de dişi eksildiği zaman hemen yenisi çıkmış. İfâde edilen nasslardan da anlaşılacağı üzere, İslâm, edebî olan metnin kendisine değil, lüzumsuz, ziyade olan, söze, insana afakî şeyler sunan metinleri ve onların yazarlarını telfik ederken diğer taraftan şâirin ve yazarın nasıl bir çizgi de olmasını gerektiğini ilgili âyet ve hadisi şerifte belirtir.
Yukarıda belirttiğimiz batı Hristiyan edebî söylemi ile doğu Müslüman söylemi arasındaki bu ciddi fark kendini hissettirse de bu son çeyrekte postmodernizm dediğimiz edebî akım ile kendini iyiden iyiye göstermiştir. Ayrıca aklın realitesinin dışındakileri öteleyen, estetiği olmak kaydı ile gayri ahlâki şeylerin edebiyat olduğunu, din kısıtlar bir teolojik yaklaşım olduğu için gerçek edebiyatı yapacaksan bu kısıtlamayı edebiyat yaparken bırakman gerektiği gibi amentüler oluşmaya başlandı. Bu anlayışa uygun romanlar beyaz perdeye aktarılarak bununla insan zihninde kabul edilme gayreti güdülmektedir.
Âdeta “Sanat için gayri ahlâki şeyler dahi mubâh” sloganına çevrilen bu postmodernite dediğimiz anlayış, bizdeki edebiyat anlayışının zıddı bir yaklaşım olarak önümüzde durmaktadır. O hâlde Müslüman yazar ve çizerler, gelenekten beslenen bir geleceği inşâ etme noktasında batının bireyselci yaklaşımına uzak olup, İslâm’ın ferdiyetçi yaklaşımı ile yazınsal metinler oluşturmak durumundadırlar ki, gelenekten gelen bir gelecek inşâ edilebilmiş olsun biteviye.
GENÇ'ın Yazısı.