Be nâm-ı Hudâ.

Hayat iki kapı arasında geçen med-cezirler yumağı. İki ucu arasında yumağın, ya nefsani çöküşleri ya da ruhani yükselişleri sarıyoruz birbiri üstüne.

Zaman zaman sığınmak istediğimiz anne kucağından ayrılışımız, Rahim sıfatının tecellisi rahim, bize açılan ilk kapı. Geri dönüşü olmayan bir hayat yolculuğuna başladığımız ilk geçit.

Evi de bölümlere ayıran, evi başlı başına diğer evlerden ayıran kapılardır. Dış kapının mandalı gibi hissetmedikçe kendimizi, ev içindeki her kapıya sözümüzün geçeceğini, hepsini açabileceğimizi düşünürüz.

Çekingen tavrımızla tıklattığımız kapılar, vazgeç(e)mediğimiz ümitlerimiz gibidir. Kapının aralanışını bir cevap bulmak için eşikte bekleriz. Kapı çalınmaz, dakk-ı bab edilir, işin usulü böyledir dendiğinden, vusul için usule boyun eğeriz. Kapıya uzanan ellerimiz, dua kuşlarını uçurur gibi dokunur kapıya. Üçten sonrasında bir adım geri çekilir, yüzümüzü dönsek de geri, veçhemizi eşikte bırakıveririz.

Her bir kapıda en az (en fazla mı demeli) üç vuruşluk hakkımız var. En az üç defa açılmasını talep etme, en az üç defa “ben geldim” deme hakkımız var.

Kırk kapıya sormadan karar veremeyiz bazı konularda. Bazen açık kalmış kapılar arasında kalır, karar vermekte zorlanırız. Kapılar arasında kalınca, cereyan bizi hasta eder. En kötü karar bile, kararsızlıktan daha iyi değil miydi? Kapıların önünde dolanıp durmakla oyalanır, sermayeyi tüketiriz. “O kapı yalnızca senin içindi.”

Hayat da zaten aslında hangi kapıda duracağını bilmektir. Bu bilgiye, bu davranışa ulaşmak için eşikleri aşındırmamızdır. O kapı, bir kapı. Kapı kapı arasak da eninde sonunda bulacağımız, bulmayı umduğumuz o tek kapı. Tekliğine halel getirmemek, bize düşen vazife. Onun için diyorlar ya zaten, bir kapıda her kapıda, her kapıda, hiç kapıda.

Kapıları hızla çarpacak kadar öfkesine yenik düşmemeli kişi. Her kapıyı kapatışımızda aklı selim bize eşlik etmeli. Buna rağmen bazı kapıların en ufak bir şüpheye geçit vermeyecek sıkılıkta kapatılması gerektiğini, göz ucuyla bile “acaba” demenin kaypaklık sayılacağı sonların olduğunu biliriz.

“Ben geldim” demek olsa da kapıya vuruşlar, bu, bazı kapılar için değil anahtar olmak, kapalı kalmaya sebeptir. Bu kapılar “ben”e açılmaz çünkü. Gönlümüzü ferahlatacak genişlik, iki “ben”e dar gelir.

Bizim kapıyı aradığımız gibi bazen de kapı bizi arar. Biz kapıyı araladıkça, kapı da bizi aralar. İçeride bir bekleyen, kapıda bir umut, eşikte bir özlem vardır.

Azrail ile randevu artık “la yenkati” alemin kapısını açar önümüze. En uzununa bir ikindi vakti kadar süre biçilecek denî dünya hayatına kapıların kapandığı andır bu. Ahir zamanın ikindisinde, kerahet vaktini yaşadığımız dünyayı arkamızda bıraktığımız an. Karanlık bir gecede her yeri aydınlatıp, eşyayı yani şeyleri asıl rengiyle gösteren ışık gibi, nur gibi, ölüm de hayatımızca boyandığımız rengi bize açık ediverir. Sevgililer gitmiş, mal mülk tükenmiş, iki elimiz iki yanımıza düşüvermiştir. Bize sevgililer sevgilisini çağıracağını umduğumuz son salavat Sâlâ, mezar tahtalarının gıcırtısına eşlik ederek son kapıyı kapatır üzerimize.

Hudâ Hafiz.


Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.