Bu, hiç kilitlenmemiş bir sandığın anahtarı. Sandığın en büyük anahtarı annemin rızasıdır aslında. O müsaade etmedikçe sandık açılmazdı. Zaten sandığı O’nun açmasıdır bu küçük töreni keyifli kılan. Sandığın üzerindeki yatak-yorganı güzelce indirir, sandığı açar ve içindeki her bir parça eşyayı bizim aceleciliğimize aldırmadan düzgünce bir kenara koyardı. Her eşyanın hikayesini yeniden dinlemekten ve soru sormaktan usanmazdık. “Bunun hepsini sen mi işledin?” “Babam için mi yapmıştın bu traş önlüğünü?” “Bu bakır çiçek, yaka iğnesi miydi?” “Bu işlemeli örtüyü kına gecende örtmüştün değil mi?”

Sandık ancak üç beş yılda bir açıldığından, her açılışında biraz daha büyümüş olduk biz. Büyüdükçe sandıktan çıkanlar eksilmiş gibi geldi. Bir şeyler daha olmalıydı, şu köşede mi, kenarındaki şu gizli rafında mı? Yoktu ama neydi olmayan? Büyüdükçe bizden kopup giden bir şeyler mi? Sandıkta saklı olduğunu vehmederek rahatladığımız bir şeyler miydi acaba, açılınca bulacağımızı sandığımız? Adı dilimizin ucuna gelip de bir türlü kendini salıvermeyen isimler gibi, hatıralarımızın kıyısında bekleyen ama kendini açık etmeyen bir şeyler eksildi sandıkta, onu her açışımızda. Belki şimdi, eksilenlerin yokluğunda tenhalaşmak yerine, yeni bir sandıkla işe koyulmalı. Yeni şeyler biriktirmeli, her birine hatıraların ve hikayelerin eşlik ettiği. Tabi ne hikayelerinde, ne hatıralarında, ne de biriktirilenlerde aşırıya kaçmadan.


Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.