‘Asr-ı Saadet’i insanlara, gerçekle alakası olmayan üsluplarla anlattığınızda, karşınıza şu çıkıyor sıklıkla: “Biz onlara nasıl yetişelim?” Bundan sonrası, yapılan yanlışlara mazeret bulma merhalesi oluyor: “Ahir zamanda yaşıyoruz. Mümkün mü onlar gibi olmamız?”

Küçüklüğümden beri beni en çok etkileyen şiirlerden biridir Arif Nihat Asya’nın Naat’ı. Hani şöyle başlar, bilirsiniz:

“Seccaden kumlardı... / Devirlerden, diyarlardan / Gelip göklerde buluşan / Ezanların vardı!”

Asya, Hz. Peygamber’e doğrudan doğruya ismiyle hitap edecek kadar yaklaştırır üslubunu. Hz. Peygamber’i aramıza davet ettiği kısımlarda, yerine getirilmemiş vazifelerin utancıyla, hakkı verilmemiş emanetlerin ezikliği vardır.

Evet, Arif Nihat, Hz. Peygamber’i davet eder aramıza. Ama bunu yaparken, onun gelişini, yeni ümitlerin başlangıcı olarak gören bir yorum da katar mısralarına:

“Gel, ey Muhammed, bahardır... / Dudaklar ardında saklı / Âminlerimiz vardır... / Hacdan döner gibi gel; / Mi’râc’dan iner gibi gel; / Bekliyoruz yıllardır!”

Arif Nihat Asya’nın bu naatı, günümüzde örneğini bol miktarda gördüğümüz, “Başımıza gelen bütün sıkıntılar sensizlikten geldi. Sen olsaydın, ne kadar güzel günler yaşayacaktık” edebiyatından fersah fersah uzaktır. Belki de bu yüzden çok güzeldir.

Günümüzde, maalesef, Hz. Peygamber’i anma adı altında yazılan şiirler, okunan mersiyeler çoğunlukla bu temayı işliyor. Okuyanlar ağlıyor, dinleyenler ağlıyor… Artık ufacık çocuklar, çığlık çığlığa, “Efendim, gel de üstümü ört!” tarzında ağıtlarla dolu kasetler dolduruyorlar!

* * *

Hz. Peygamber’i anmak çok güzel bir alışkanlık. Onun anısına programlar düzenlemek, adına şiirler, kasideler yazıp okumak da öyle. Ama acaba “Bütün bu yapılanların pratik faydası nedir?” diye sorduğumuzda aldığımız cevap, iç açıcı mı değil mi? Bütün mesele burada.

Yukarıda işaret ettiğim bakış açısının, yani her sıkıntıyı Hz. Peygamber’in zamanında bulunmadığımız için yaşadığımız şeklindeki bakış açısının, ıskaladığı mühim noktalar var. İsterseniz bunları, yaşanmış örnekler üzerinden konuşalım:

Ebu Talip Mahallesi Boykotu neyi hatırlatıyor size? Ya Uhud? Recî’yi, Bi’r-i Maûne’yi, Mûte’yi bilirsiniz değil mi? Ya Yâsir, Sümeyye, Hamza, Mus’ab, Cafer, Abdullah b. Revaha? Hepsini çok iyi tanırsınız, öyle değil mi? Bütün bu isimler ve olaylar, İslam tarihinin en acı olaylarını sembolize eder Müslümanların hafızasında.

İşte can alıcı soru: Biz bu en yiğit bahadırlarımızı ne zaman kaybettik? Bu acı olaylar ne zaman yaşandı? Daha açık sorayım: Bu kayıpları verdiğimiz zaman Hz. Peygamber sağ değil miydi? Sağdı, evet.

Hele Mûte… Ah, Mûte! Öyle bir belde ki orası. Orada biz önce Zeyd’i kaybettik. Sonra zaten yeni kavuştuğumuz Cafer’i. Cafer, orada ‘Tayyâr’ oldu. Onu Abdullah b. Revaha takip etti. Rasulullah’ın şairi koca Abdullah. Tam da Rasulullah’ın haber verdiği sıraya uygun olarak gittiler Rahman’a. “Sancağı Zeyd alsın. O şehit olursa Cafer, o da şehit olursa Abdullah alsın…” Seniyyetu’l-Veda’dan Hz. Peygamber bizzat uğurlamıştı o kahramanları. Geri dönmeyeceklerini bile bile…

Ya Uhud? Hamza’yı, Hanzala’yı, Mus’ab’ı, Abdullah b. Cahş’ı yitirdiğimiz o zor çarpışma... Rasulullah’ın, sırf istişarenin sonucuna uymuş olmak için ama gönülsüz olarak çıktığı, okçuların ganimet hırsına kapıldığı, yüreklerin korkuyla sarsıldığı, Bedir’in sevincini kursaklarda bırakan Uhud… Rasulullah’ın dişlerinin kırıldığı, yanağına demirlerin saplandığı, Talha’nın omzuna alarak kaçırması sayesinde hayatını kaybetmekten kıl payı kurtulduğu Uhud… Ne dersiniz? Peygamber’in varlığı niçin yetmedi Uhud’da?

Recî, Maûne Kuyusu olayları ise başka acı sayfalar. Yetişmeleri için devletin bütün kaynaklarının sarf edildiği ilim adamlarının yalanla Medine’den götürülmeleri, yolda kalleşçe katledilmeleri, Medine’yi yıkan acı haber… Sonra Rasulullah’ın, olayların müsebbibleri için bir ay boyunca, sabah namazında ettiği kurşun gibi beddualar…

* * *

Eğer tezimiz “Rasulullah aramızda olsaydı, günümüzde Müslümanların yaşadığı acıların hiçbiri yaşanmazdı. Güçlü-kuvvetli olur, dünyaya adalet dağıtırdık…” ise, yukarıda anlattıklarım, bu tezi çürütmeye yeter. Biz, en acı olayları Rasulullah aramızdayken de yaşamıştık oysa. Ve Rasulullah’ı, içine bulunduğu toplumun paratoneri gibi düşünmek ve onun varlığını verilecek kayıplara karşı bir sigorta farz etmek, büyük bir yanılgıydı.

Bu yanılgı, sadece bir yanılgı olarak kalmıyor; beraberinde, günümüz insanlarına kocaman bir tembellik kredisi de açıyor maalesef. ‘Asr-ı Saadet’i insanlara, gerçekle alakası olmayan üsluplarla anlattığınızda, karşınıza şu çıkıyor sıklıkla: “Biz onlara nasıl yetişelim?” Bundan sonrası, yapılan yanlışlara mazeret bulma merhalesi oluyor: “Ahir zamanda yaşıyoruz. Mümkün mü onlar gibi olmamız?”

Velhasıl…

O devrin dinamiklerini elde etmek için çalışmak ve aradaki zaman farkına rağmen Asr-ı Saadet’i yeniden üretmeyi hayal etmek yerine, oturup, yazılmış ‘içli’ şiirlere ağlamak daha kolay geliyor bize. Vazifemizi yapmış olmanın huzuruyla kalkıyoruz ‘seans’lardan.

Ve böyle ana teması çarpıklaştırılmış şiirlerle, Hz. Peygamber’i anma adı altında unutmuş, hatırlama adı altında tarihin belli bir dönemine hapsetmiş, kaş yaparken göz çıkarmış oluyoruz...


Taha Kılınç'ın Yazısı.