Dünyanın Her Tarafı Bizim
M. Emin Büyükçoşkun
Şu an için Gezgin’in bakışını belli bir ekip belirliyor. Bu ekip de buraya ait bir potada erimişler. Rüşdlerini ispat etmiş, olgunlaşmış insanlardan mürekkep bu ekip. Ben Tagore gibi, Herman Hesse gibi, Andrei Tarkovksy gibi bakarken bir yandan da İbn-i Arabi gibi, Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi bakmaya çalışıyorum.
Gezgin Editör Halit Ömer Camcı ile...
Fotografa olan ilginiz nasıl başladı?
Samsun’da Namık Kemal Lisesi’nde okudum liseyi. Orada bir ağabeyimizin evinde National Geographic dergisini görmüştüm. İçindeki fotograflara hayran kalmıştım. Sonra National Geographic takipçisi oldum. İngilizcem olmamasına rağmen sırf fotograflarına bakmak için dergiyi almaya başladım.. Zaman için elimde hacimli bir koleksiyonu oluştu. O bakmalar da insanda ona benzer fotograflar çekme arzusu oluşturuyor. Nasıl çekildiğine dair kafa yormaya başladım. Bir de ben üniversitede sinemayla alakalıydım. Çok film seyreder ve okurdum. Tarkovsky hayranıydım. Sonra bir ağabeyimiz iyi bir fotografçının iyi bir sinemacı olabileceğini söylemişti. Böylece bu iki unsur birleşince fotograf maceram başlamış oldu. Bir makine satın aldım. O döneme göre oldukça lüks ve pahalı bir şeydi. Böylece hiçbir kurs, hoca, eğitim olmadan, zamanla deneme ve yanılmalarla bir fotoğrafçı ortaya çıktı. Sinemaya daha baskın çıkmaya başladı. Sinemada 15 dakikalık bir görüntüyle anlatılabilen bir şeyin, fotografta tek karede anlatılabileceğini fark ettim. Üstelik film yönetiminin pratik ve ekonomik anlamda fotografa nazaran daha ağır olması gibi bir durum da sözkonusu. Ama yine ilerisiyle ilgili olarak sinemayla ilgili projeler de düşünüyoruz. Bu birikimle yapılan işler daha kaliteli oluyor. Benim karakterim bir sınıfta birilerinden bir şeyler dinlemeye, saatlerce kapalı bir mekanda kalmaya pek müsait değil. Dışarıda olmak, hareket halinde olmak, günışığın görmek istiyorum ben. Bu minvalde nasip oldu öğrendik ve bol bol çalıştık. 10 yıldır boynumda makineyle geziyorum. Artık bir refleks haline geldi bende. 3 yaşındaki oğlum ona hediye ettiğim küçük makineyi boynuna asıp “baba ataya gidelim hadi” diyor. Yani evden çıkmakla boynuna makineyi takmanın eşdeğer olduğunu düşünüyor. Bir de bizde Karadenizlilik var. Çok çalışmak, işinin bittiği yerde durmak diye bir adet var bende. Ev hayatı, aile hayatı olmasa eve dönmem işim bitmediği sürece. Bunların tamamı da iyi ürün çıkarmanın duası gibi oluyor. Bir de biz bir imparatorluğun mirasçılarıyız. Hatta bir değil birkaç imparatorluğun. Dolayısıyla bu topraklarda muazzam bir birikim var. Geriye dönüp baktığımızda anlatılacak çok hikaye var. Anadolu için, Balkanlar için, Afrika için, Kudüs için, Medine için… Dünya’nın pek çok yeri bizi ilgilendiriyor. Bizimle ilgisi olmayan bir şey yok. Mesela ikinci sayımızda Bangladeş’le ilgili bir dosyamız var. Bangladeş’ten bana ne değil yani…
Ümmetlik olarak mı?
Sadece ümmetlik olarak değil. Çünkü ümmetliğin de kapsamadığı coğrafyalar var. İnsan olan her yerde benim alakam var sonuçta. Bir yerde bir adaletsizlik varsa o adaletsizlik beni rahatsız ediyor müdahil olamasam da. Bir yerde açlık varsa bu beni rahatsız ediyor. Bunu giderecek bir takım mekanizmalar oluşturmak, yahut bu mekanizmaların içinde yer almak gerekiyor. Mesela İHH İnsani Yardım Vakfı Bangladeş’te 500 tane su kuyusu açmış, gittik onları da fotografladık. Bununla bizim ilgimiz var bir şekilde.Bu minvalde Dünya’nın her tarafı bizim gündemimizdedir. Bunu yapabilen de bir Atlas’ımız var. National Geographic, Voyager bizim değil yani. Onlar güzel dergiler ama bakışlarında, özellikle Doğu’ya bakışlarında sorunlar var.
İşte tam bu noktada şunu sorayım. Oryantalizm denilen hadise Batılı seyyahların yaklaşık 300 yaklaşık 300 senelik bir mazisi olan gezileriyle, bir gezme, bir gezginlik mefhumu üzerinden şekilleniyor bu coğrafyada. Sürekli olarak bir “öteki” bakışıyla Doğu’ya dair bir çerçevelendirme söz konusu. Amerikan menşeili National Geographic’in yayın çizgisinde bunu çok net görebiliyoruz. 11 Eylül sonrası yayınlarına baktığımızda da belli bir siyasetin ürünü olan kültürel bir çalışma olduğu ortada. Bu bağlamda sizin ve Gezgin’in bu coğrafyalara olan bakışı nedir?
Şu an için Gezgin’in bakışını belli bir ekip belirliyor. Bu ekip de buraya ait bir potada erimişler. Rüşdlerini ispat etmiş, olgunlaşmış insanlardan mürekkep bu ekip. Ben Tagore gibi, Herman Hesse gibi, Andrei Tarkovksy gibi bakarken bir yandan da İbn-i Arabi gibi, Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi bakmaya çalışıyorum. Yani biz tüm bu entelektüel birikimin getirdiği noktadan bakıyoruz. Ne okumuş ne ilham almışsak. Yardıma, adalete muhtaç insanların durumlarını tespit etmek gibi bir misyonumuz olmasına karşın bu gidip bir yerlere müdahil olmak oraya “mutluluk” götürmek değil. Dünya’nın en sefil ülkelerinden biri olmasına karşın en mutlu ülkesi olan bir Bangladeş örneği var çünkü. Yahut ABD Irak’a modernizm götürdü mesela. İnsanları öldürerek, kültür mirası yağmalanarak, zulmedilerek getirilen bir mutluluk anlayışı söz konusu.
Mutluluk köklerinden kurtulmak belki de…
Eyvallah. Herman Hesse’nin bir kitabının adı “Öldürmeyeceksin” dir. İnsanları öldürerek mutlu edemezsiniz. Yukarıdan bakarak onları yukarıya çekemezsiniz. Gezdiğim eski sömürgeci ülkelerde hala sorunlu, kompleksli insanlar görüyoruz. Başına bela gelmesin diye beyaz adamdan korkan, onu koruyup kollamaya çabalayan bir polis anlayışı vardı mesela Bangladeş’te. Beyaz bir elle siyahi bir çocuğun başını okşadığında dünyalar onun oluyor ve tüm bunlar bir leke, bir istibdat olarak duruyor halen. Bu şekilde anılan bir beyaz olarak huzur, demokrasi, modernlik dağıtamazsın, dağıttığın başka bir şeydir. İngilizlerin çekildiği her yerde hala ciddi kompleksler var, yağmalanmış kaynaklar var ve büyük sorunlar var. Yani biz vicdanın olduğu yerden bakıyoruz. İnsani taraftan bakıyoruz. Gidip bir şeyler vaad etmek için değil, gidip görmek, anlamak ve anlamaya çalışmak için bakıyoruz. Bir fotografçı olarak tarihe not düşen bir adam olmak istiyorum nihayetinde.
Fotograf başka başka gözler, başka bak kareler demek. Siz de iyi bir gezginsiniz. Peki nereleri geziyorsunuz, nereleri gezmeyi seviyorsunuz, nerelerden etkileniyorsunuz?
Özellikle Ortadoğu çok güzel. Çok büyük bir kısmını dolaşmasam dahi bir fotograf takipçisi olarak en hareketli, en sıcak yüzlerin bu coğrafyada bulunduğunu düşünüyorum. Batı’nın, özellikle Avrupa’nın bir cazibesi yok. Oralarda temiz ve düzenli şehirler, hoş hayatlar var ama fotograf anlamında çok albenisi yok. O yüzden tüm Amerika’daki büyük ustaların ilgi alanları hep Ortadoğu’dur, Afrika’dır. İlgi alanı olacak kadar malzeme var. İnsan yüzlerinin her birinde bir gerçeklik, bir yaşanmışlık var. Hayatında ilk kez bir beyaz adamı, bir fotograf makinesini gören adam henüz bulanmamış, bir film afişinden replik kapmamış, doğallığını yitirmemiş. Saf haliyle duruyor orada. National Geographic’in yıllar sonra gidip Şerbet adındaki o yüzyılın kapak fotografı olan kızı bulması bunun için. Çünkü o orada aynen duruyor. O yüzler gerçek bir hayatı yaşıyorlar. İçlerinden geldiği gibi davranan insanlar. O yüzden bu coğrafyalar çok önemlidir, hiçbir zaman eskimez.Bütün o büyük fotoğrafçıların hayran olduğu mekanlar da buradadır. O yüzden Ortadoğu ve Anadolu her fotoğrafçının mutlaka dolaşması gereken adreslerdendir. Modernizmin ulaşmadığı her yer iyi bir alandı. Ulaştığı yerlerde tavırlar, yüzler, karakterler değişiyor. Dünya’nın her yerinde insanların tektipleştiği gördüğümüzde, gittiğimiz yerdeki insanlar kendi kıyafetlerini giyiyorsa orası bakir bir yerdir. Bir de tabii Avrupa ve Amerika’da insan fotografı çalışmak çok zordur. Mesele arkadaşımız Mehmet Demirci Amerika’da evsizleri çalışırken çok zorlandı.
Gezgin’den bahsedelim biraz. Fotograf dergilerinin kapandığı bir dönemde, Türkiye’ni zayıf içerik dergiciliği piyasasında ilk sayısı çıkan bir dergi. Bir yanda bakışı da sahih olan bir dergi. Gezgin’e dair fikirleriniz, hayalleriniz neler?
Uzun ömürlü bir dergi olmasını diliyoruz. Gezgin’in şu an için editörü olarak tek adamı olarak görmüyorum kendimi. Bu projeyi bir emanet olarak başlattık. Hatta ilk fırsatta emin ellere de teslim etmeyi düşünerek. Gezgin birkaç adamın malı değil. İsmen de bu millete ait bir dergi. O kadar çok var ki aslında. Gezgin dergisi bu insanların olsun istiyoruz. Önümüzdeki sayıdan itibaren dergiyi olabildiği kadarıyla gezginlere de açmayı düşünüyoruz. Türkiye’nin dergisi olacak inşallah Gezgin.
Fotografla ilgilenen, fotografa ilgi duyan GENÇ okurlarına, genç okurlara ne tavsiye edersiniz? Daha iyi fotograf çekebilmek için ne yapabilirler?
Öncelikle iyi bir makine alsınlar. İyi bir makine her zaman pahalı olmak zorunda değildir. Dijital de olabilir. Analogda çok uzun bir eğitim süreci olabilir ve ekonomik anlamda zorlayabilir. Bir de kendilerine usta bulsunlar. Ona fotograflarını göstersinler, eteğine yapışsınlar ve sürekli çeksinler. Fedakar olsunlar ve peşinden koşsunlar. Mutlaka da iyi fotograflara baksınlar. İyi gözler fazlaca bakma merakıyla gelişiyor. Büyük ustalara baksınlar. Usta adamı usta yapan neymiş, ona baksınlar.
Siz hangi fotoğrafçıları takip ediyorsunuz?
Kimlerden besleniyorsunuz? Henry Cartier- Bresson var. Fotografa yeni başlayan insanlar için “ne var ki bunda?” denilebilecek fotografları vardır. Ama o karelerde gizli, derin bir şeyler var. Sebastian Salgado’ya baksınlar. Nicos Economopulos’a mutlaka baksınlar. Ara Güler’in tüm fotograflarına basınlar. İzzet Keribar’ı görsünler. Bir de kendilerine has fotografçıları bulsunlar. Bir de uzmanlaşma var. Her alan böyledir ve uzmanlaşmak iyidir. Mesela Atlas dergisine kadar Türkiye’de böyle bir uzmanlaşma yoktur. Her işi yapmaya çalışan insanlarda belli alanlarda sorun görebiliriz dolayısıyla. O yüzden uzmanlaşmak ve belli sahalara yönelmek çok önemli. Makinelerini yanlarından da ayırmasınlar.
Son olarak eklemek istedikleriniz…
Gezgin bize ait bir dergi, buralara ait bir dergi.
GENÇ'ın Yazısı.