O Forma Gaffur`un Pijaması Değil!
Ebubekir Kalkan
Fener yenilince üzülmemeli, baharda çiçek açan ağaçları görünce sevinebilmeliyim. Galatasaray kaybedince sevinmemeli, Filistinli tutsak vekiller için üzülmeliyim. Pakistanlı yetimler için ağlayabilmeli, hiçbir şey ama hiçbir şey için küfür etmemeli, bela okumamalıyız.
Her taraf bembeyaz. Sanki bulutların üzerindeyim. Karşıma nur yüzlü, sakallı, beyaz büyükçe sarıklı pir-i fani bir amca çıkıyor. Tam bir Beşinci Boyut ortamı yani. Amcanın geniş gülümsemesi insanı rahatlatıyor. Bana doğru yaklaşıyor. Bir elini omzuma koyup konuşmaya başlıyor. Sesi içime işliyor sanki;
“- Evladım”, diyor. “Namazını kaçırmadığın sürece maçlara gidebilir, gönül rahatlığıyla izleyebilirsin!”
İçimi bir sevinç kaplıyor. “Eyvallah be baba!” diyorum kendi kendime, “Zaten biliyordum bir mahsuru olmadığını da, bir tane çıkıp güzel bir şey söyleyen müselman yoktu be!”
“Fakat bir kaideyle!” diyor. “Ancak Beşiktaş’ın maçlarına gidebilirsin!”
Gözlerim kocaman açılıyor. “Ama, ama…”
Yaşlı amca bembeyaz cübbesinin düğmelerini açıyor vee… Siyah-beyaz Pascal Nouma imzalı formasıyla başlıyor bağırmaya, “Beşiktaşımsııın, bizim canımıııızzz!”
Kan ter içinde uyanmışım.
Rüya günlüğüme bu rüyayı eklemeli miyim bilmiyorum. Sonuçta rüyalarımı bilinçaltımla iletişime geçebilmek, sahip olduğu sembollerden oluşan lisanı öğrenebilmek, hâsılı kelam kendimi daha iyi tanıyabilmek adına tutuyorum. Ama bu rüya… Elime günlüğü alıyorum, sayfalarını çevirirken bir not gözüme ilişiyor; Genç; futbol yazısı…
Öncelikle bir itiraf; ben kombine kart sahibi bir Fenerliyim. Rüyadaki amca Fenerli olsaydı kan ter içinde uyanmazdım, belki de rüyamda maça bile giderdik beraber. Efendim ben, doğma büyüme bir Kadıköylü olarak, 8-10 yaşlarından beri Fenerin maçlarına giderdim. Hatta daha da tuhafı o zamanlar bir Trabzonspor taraftarıydım. Yıllar geçti, bir kombine kart sahibi olmak fikri hep bir ukde olarak içimde yer etti. E harika bir de stat yapılınca Kadıköy’e tutamadım kendimi. Peki, doğru mu yaptım?
Kombineyi aldığımda geçen sezonun o meşum son maçının ve sevgili dostum Mesut’un gazları birleşmiş, elim cüzdanıma pek de düşünmeden gitmişti. İlk maçlarda “Ben burada ne yapıyorum yahu, yıllardır gelmemekle ne iyi etmişim” dediğim çok oldu kendi kendime. Zaman zaman da hala soruyorum tabi. Ama, “bir sezonluk bir şey, bir daha almam olur biter, bunu da yaşamış oldum işte!” diye kendimi ikna ettim. Fakat hala beni çok rahatsız eden konular var bu durumla ilgili. Neler mi?
En önemlisi mesela, hemen yanı başınızda birisi hiç de haklı olmadan dakikalarca bela okuyor, küfür ediyor. Buna tahammül etmek o kadar güç ki. İster istemez sizin de psikolojiniz bozuluyor. O esnada gideceğiniz başka bir yer de yok. Kalkıp adama bir şey deseniz –ki bu hiç de akıllıca olmaz inanın bana- sonuç alma şansınız yok gibi. Sözün özü efendim, öncelikle manevi anlamda “pisleneceğiniz” kesin.
Şöyle beylik bir söz vardır; “Gerçekten ideali olan bir insan için maça gitmek gibi şeyler zaman kaybıdır”. Hiç şüphesiz doğrudur efendim. Zira maça gitmek sadece o doksan dakikayı izlemek olmuyor asla. Orada sizinle ortak paydası aynı renkleri sevmek olan bir sürü kişiyle bir araya geliyor ve aynı duyguları yaşıyorsunuz. Yakında daha da alışacağımız bir tabirle; “titreşiminiz benzeşiyor”.
Bir süre sonra bir bakmışınız ki; ilk maçlarda gülümseyerek ya da “cık cık” diyerek etrafındakileri seyreden siz, zamanla onlar gibi kaçan golden sonra adam akıllı kızmaya başlıyorsunuz. Durup “bi dakka ya, napıyorum ben?” de diyebilirsiniz. Kızgınlığınızın farkına varmayıp bunu öfkeye çevirebilir, zamanla o küfreden, bela okuyan siz olmaya da başlayabilirsiniz. Yani fevkalade tehlikeli bir durum efendim.
Bununla birlikte güzel şeyler de yok değil. Mesela o temaşa keyfi… Tribünlerdeki o coşkulu kalabalığın aynı anda söylediği şarkılar, bayraklar, meşaleler gerçekten harika bir görüntü oluşturuyor.
Üstelik kendiniz gibi insanlara da rastlayabiliyorsunuz. Maçtan önce akşam namazı için gittiğim stadın yakındaki cami dolup dolup taşıyor. Saflar komple sarı-lacivert. İnsanın hoşuna gitmiyor değil hani. Daha da ilginci cemaatte ekstra bir sıcaklık söz konusu; ara sıra içeri giren birisi “Selamünaleykum” diyor oturup ezanı bekleyen “ehl-i tribün”e, e onlar da topluca bir “aleykumselam” çekiyor. Normal vakitlerde pek de rastlamadığım bir durum. Sadece namaz kılmaya gelmedik, biz komple Fenerliyiz de ha! Bu konuda da doktora tezi yazılır ya, neyse…
Demiştim ya saflar komple sarı lacivert diye, imam da simsiyah cüppeyi giyince hakem tadında; tamam oluyor, hemen aklıma “mabed” kelimesi içeren futbol yazıları geliyor. Çok haksız da değiller hani ama ortada bir vakıa var, doğru analiz edilmeli. Bir kere kuru kuruya futbola ve taraftarlığa olumsuz bakmak, kötülemek bir şeyleri ıskalamak olacaktır bence. Futbol istemeseniz de o kadar çok hayatın içinde ki; televizyonda, gazetede, okulda, işyerinde her yerde karşınıza çıkıyor. Peki ne yapılmalı?
Meşhur bir ifade vardır, “Futbol asla sadece futbol değildir!” diye. Bir kitabın ismiydi yanılmıyorsam. Öncelikle, “Futbol sadece futboldur!” anlayışını hayata geçirmek hedef olmalı. Futbol, diğer spor dalları kadar ilgi görmeli, sadece güzel ve keyifli bir seyirlik olmalıdır. Tüm futbolseverler ve tabi kendim de, kişisel olarak bunu başarmalıyız öncelikle. Bunun da yolu şuradan geçiyor efendim; coşkuyu, sevinci, heyecanı, mutluluğu, keyfi her zaman başka yerlerde de bulabilmeliyiz.
Fener yenilince üzülmemeli, baharda çiçek açan ağaçları görünce sevinebilmeliyim. Galatasaray kaybedince sevinmemeli, Filistinli tutsak vekiller için üzülmeliyim. Pakistanlı yetimler için ağlayabilmeli, hiçbir şey ama hiçbir şey için küfür etmemeli, bela okumamalıyız.
Bir daha da asla kombine bilet filan almamalıyım. Manevi temizlik, iç rahatlığı, hiç de ucuz değil hatta paha biçilmez şeyler. 100. yılda UEFA kupası bedava kalır yanında…
GENÇ'ın Yazısı.