Geçen Hafta Sonsuza Yollandı
Ömer Öztürk / Genç Haber Merkezi
Yeni yerler gezdim, yeni şeyler öğrendim. Sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım, hayra vesile olur.
Büyükada’da Küçük Bir Cami
Perşembe günü Büyükada’daydım. Ada’ya adımımı atar atmaz, dosdoğru yokuş yukarı çıkıp kan ter içinde Hamidiye Camii’ne vâsıl oldum. 1895 senesinde cennet-mekân II. Abdülhamit Han’ın yaptırmış olduğu küçük, kutu gibi kübik dedikleri cinsten şirin bir cami. İçimden, merhum boşuna Kızıl Sultan (Le Sultan Rouge) unvânına lâyık görülmemiş, baksanıza Ada’da bile cami yaptırmış dedim. Sen misin hizmet eden? Al sana, al sana…
Bizler zaten bölünmeye meyyâl bir cemiyetiz. Adı gibi Büyükada’nın çarşısı tıklım tıklım insan kaynıyor, cıvıl cıvıl gençler, esnâfı, yaşlısı, orta yaşlısı. Velâkin yukarıda, çok değil biraz yukarıda o kadim cami bomboş. İn cin top oynuyor. Ha, lâiklik dedikleri şey bu muymuş! Hay Allah, lâyığımı versin.
Cami’nin içine girdim. Biraz dua ettim, biraz da camiyi şöyle bir nazar ettim. Nazar değmesin diye de maşallah dedim. Cami’nin dışına çıktım. Çıkmamla da kapının biraz üstündeki mâlûm yazıyı okumam bir oldu “Camimiz kamera sistemiyle denetlenmektedir.” Bir de bu çıktı. Sanki Yüce Allah’ın görmesi yetmiyor, her yerde her camide kamera. Bir şey değil, böyle giderse kameramanlar işsiz kalacak.
Böyle ânlarda üzerime bir sersemlik gelir. Misâl, caminin kitâbelerini inceleyeceğim. Düşünüyorum, akşam görüntüleri, artık kimlerse, seyredecek olanlar, sakın caminin kitâbelerini aşırmaya çalıştığımı düşünmesinler. Bir de, gözün ayakkabılığa kayarsa, yandığının resmidir. Acaba, ayakkabı mı çalacak? Yâni neresinden baksan, bilhassa benim gibi sıkıntılı vatandaşlar için can sıkıcı bir vaziyet. Hem kim izlenmek ister? Ama artık asrî hayatta, ister kabûl edelim, ister etmeyelim, hepimiz gözaltındayız. Ayrıca seslerimiz de kaydediliyor. Fenâ mı, hepimiz meşhur olduk işte. Ne var ki, artık meşhur olmanın da bir mânâsı kalmadı. E, herkes meşhur, biz kime hava atacağız? Herhâlde uzaylılara falan.
Ada’da saati beş liradan bisiklet kiralanıyor. Dilerseniz, kiralayın. Size kalmış, tavsiye falan etmiyorum. Neme lazım, düşer bir yerinizi kırarsanız, sonra bana dava açmaya falan kalkarsanız.
Bedevî Tekkesi’nde Mübarek Bir Cuma
Bir-iki ay evveldi. Üsküdar’da bir antikacıdan yatak almış, nâkil vâsıtasıyla dönüyorduk. Fıstıkağacı tepelerinden Beylerbeyi’ne inerken sağda bir tabelâ ilişti gözlerime “Bedevî Tekkesi” yazıyordu. Not aldım, ertesi gün Kadir Mısıroğlu’nun aşçısına burayı sordum. Şeyh Nâzım Kıbrısî Hazretleri’nin oğlunun nezaretindeki bu tekkede her Cuma namazı öncesinde sohbet, namaz sonrasında da ikram olduğunu söyledi. Ne zamandır gittim, gideceğim derken kısmet geçtiğimiz Cuma gününeymiş.
Bu iki yüz yıllık tekkeye, Beylerbeyi’nde inince, Abdullah Ağa Caddesi’nden yukarı biraz yokuş çıkınca kolaylıkla ulaşılabiliyor. Tam tepede, tabiatın yeşil örtüsüyle etrafı setredilmiş kartal yuvası misâli muhteşem bir âbide.
Namaz öncesi fâideli bir dinî sohbetin ardından namaz ve sonra da ikram. Namaz sonunda, bir ara ilâhiler eşliğinde bir el sıkışma faslı başladı. Ben hayrola bir alacak-verecek davası falan mı var diye düşünürken, şafak attı. Musafaha yâ hu bu. Yıllardır böyle âdetlerimizi kaybettiğimizden, meseleye hemen vâkıf olamadım. Haksız da değilim hani.
El uzatınca almamak olmaz. Malûm, bir gün o eller üstünde gitmek de var. Lâkin arada sırada bir şeyler düşünüyor oluyoruz. Öyle ânlarda mütereddid davranıyorsak, affola…
Bu nevi ibâdethânelerin yeniden cemiyetle buluşturulması, birer birer faal hâle getirilmesi ne güzel. Asrî çağda bir ân evvel terk etmemiz gereken alışkanlıklarımızdan biri de şu aç-kapa artema zihniyetidir. Aç-kapa, aç-kapa, olan nesillerimize oluyor, yazık oluyor.
GENÇ'ın Yazısı.