Garip bir atalet var üzerimizde. Uyuşturuluyor, uyutuluyor gibiyiz ve işin kötüsü bir yanımız istemese de, uyumayı isteyen tarafımız galip  geliyor hep. Daha iyi uyuyalım diye masallar fısıldanıyor kulaklarımıza. Durağan tiyatrolar oynanıyor gözümüzün önünde arkadaki  hareketliliği görmeyelim için.

isan ayının başlarında bir Cumartesi günü… Yaz sıcakları henüz bitmemiş ama hafif bir rüzgâr güneşe eşlik ettiğinden ocak ya da şubat gibi sıcaktan soğumuyor insan. Ev halkı bu güzel günün tadını çıkarmak için bir yerlere gitmiş, hatta ona da gelmesi için ısrar  etmişler ama o evde. Garip bir ağırlık var üzerinde uyuşturulmuş gibi ve canı hiçbir şey yapmak istemiyor. Hâlbuki bütün hafta  boyunca Cumartesi ne zaman gelecek diye düşünmüş, üzerinde planlar yapmıştı. İyi ki kimseye söz vermemişim diye geçiriyor  içinden belli belirsiz. Elinde şu an okuyamayacağını bildiği bir kitap, bir yanı istemese de diğer yani nasıl başlayabilirim hafif bir  şekerlemeye diye düşünüyor.

Aslında biliyor biraz uyusa üzerindeki ağırlığa bir de baş ağrısı eklenecek ve gün boyu hiç temiz hava alamamış olmanın verdiği  sebepsiz görünen bir durgunluk her yanını saracak. Neyse çare yok uyuyacağım deyip söz veriyor kendi kendine “beklediğim kimse  yok. Ne kapıya bakacağım ne de telefona” . Derken bir kenara koyup elindeki kitabı sayısı geçmiş bir dergiye ilişiyor gözü. Ayağa  kalkmadan uzanarak alıp dergiyi eline sayfalarını çevirmeye başlıyor. “Lüzumsuz bilgiler mecmuası gibi her şey var ama hiçbir şey  yok bu dergide yahu” diye söylenirken makasına ulaşmış gibi göz kapakları yavaş yavaş kapanıp o gerçek dünya ile hayal âlemi  arasındaki salıncağa binip sallanmaya başlamışken zil çalıyor. Biraz önce kendine verdiği sözü hatırlıyor ve “bakmayacağım” diyor ama zil aralıksız çalıyor. “Ne güzel keyfim yerindeydi ama önemli bir şeydir belki” diye hızlı hızlı düşünürken düşüncesinin aksine ağır  adımlarla yavaşça kapıya yürüyor hiç durmadan çalmaya devam eden zile söylenerek. Kapıyı açıp bakıyor ama kimse yok ki  kapıda. Hâlbuki zil çalmaya devam ediyor. Uyku halinin verdiği yarı bilinçle düşünmeden kapının önüne doğru bir adım atıp sağa  sola bakıyor ve birden görüveriyor katıla katıla gülerek koşan çocukları ve gözüne ilişiyor ziline yapıştırılan sakız. O sinirle koşmaya  başlıyor gitgide uzaklaşan çocukların ardında ya çok zor yakalaması. Hem koşuya geç başlıyor hem de o artık çocuk değil. Bitmez enerjisi yok artık. Fakat bu gerçeği fark etmesi 10 dakikasını alıyor ve nefes nefese bir parkın bankına oturuyor.

Sonrasında başlıyor güneşin, yürümeye yeni başlamış bir ufaklığın paytak adımlarla annesine ulaşmaya çalışırken yüzüne yayılan  gülümsemeye ne de güzel vurduğunu fark etmesi ve bir delikanlının özenilesi bir iştahla az ötedeki bankta sandviç yediğini görmesi, uzaklardan bir yerden eski ama çok sevdiği bir şarkıyı duyması ve hafiften burnunda deniz kokusunu hissetmesi.

“Denize yakın olmalıyım” diye düşünüp yürümeye koyuluyor. Denize vuran yakamozların üzerinde uçuşan martıları izliyor, uzakta  olduğu için daha bir küçük görünen sandal dikkatini çekene dek. Sonra sandalı izliyor bir süre, içinde olmayı istiyor. Sonra sandalın  üzerinden ufka bakıyor, hiçbir şey düşünmeden bakıyor bakıyor bakıyor. Sonsuz gibi gelen bir ferahlık yayılıyor içine. Gülüyor, seviniyor hatta bir şarkı mırıldanmaya başlıyor. Gün sonuna dek yürümenin ve her şeye yeniden keşfediyormuş gibi dikkat ve  sevinçle bakmanın tatlı yorgunluğuyla evine doğru yürürken bir yandan yürek dolusu teşekkürler ediyor “keyfini kaçıran yaramaz”  çocuklara…

Hikâyenin kahramanı tanıdık geldi mi bilmem ama şunu biliyorum ki garip bir atalet var üzerimizde. Uyuşturuluyor, uyutuluyor gibiyiz  ve işin kötüsü bir yanımız istemese de, uyumayı isteyen tarafımız galip geliyor hep. Daha iyi uyuyalım diye masallar fısıldanıyor kulaklarımıza. Durağan tiyatrolar oynanıyor gözümüzün önünde arkadaki hareketliliği görmeyelim için. Ve biz her ne kadar uyanık  olmalıyım sözünü dilimizden düşürmesek de gözlerimizin yavaş yavaş kapanmasına engel olamıyoruz.

İşte bu noktada önem kazanıyor hafta sonu mesaisindeki zillere sakız yapıştıran çocukların varlığı. Çünkü onlar varsa ister istemez  uykudan kalkıp hayata hem de hayatın tam ortasına çekileceğiz. Onun için soruyorum; bu güzelim kış günlerinde var mı mesaide olan çocuk?

Söz sakızlar benden…


Mehmet Dinç'ın Yazısı.