Burak Çavuş

Taptuk Emre’nin deyişiyle “Bizim Yunus”, tanımlara sığmayacak kişiliği, sanatı ve aşkıyla asırlardır okunan araştırılmaya, anlamaya ihtiyaç duyulan bir gönül adamıdır. Üzerinde ne kadar çok çalışılmış olsa da bugün tam anlamıyla çözümlenemediği de su götürmez bir gerçektir. Bu bilinmezliğin sebebi olarak, kendisi hakkındaki kaynakların yetersizliği öne sürülse de Yunus’u anlamak için bir Yunus’a daha ihtiyaç duyulduğu da onun söylemlerinden genel geçer anlamların çıkarılamamasında kendini gösterir. Âdeta gökyüzündeki bir yıldızı andırır Yunus. Bir gizemli tarafı, bir erişilememezliği vardır. Ulaşılamadıkça da hakkında birçok tahmin, söylenti olacaktır. Gerek kişiliğinden gerekse sanatından çıkarılacak bu tahmin ve söylentiler Yunus’u her zaman yükseklerde tutacak olsalar da Yunus hakkında yanlış tanımlamalar yapılmasına da ortam hazırlayacaktır. Yunus için ne söylenenler bitecektir, ne doğrular, ne övgüler ne de yanlışlar.

Tanımlar, bir şeyleri anlamlandırdığı kadar sınırlandırır da. Meselâ şiiri tanımlamak, şiirin herkes tarafından başka şekilde anlaşılıp yorumlanmasına engel olur ve şiirin öznelliğini yok eder. Kişiler için de atfedilen sıfatlar, kişilere başka pencerelerden bakmamıza, onun ayrı bir özelliğinin, görülmemiş bir tarafının keşfedilmesine engel olur. Kısacası tanımlar, görmemize yardımcı olduğu gibi görmemizi engelleyen önyargılar da olabilir.

Yunus Emre için “hümanist” demek de Yunus’un şiirlerini okurken, onu yanlış anlamamıza mahâl verebilecek bir sıfat. Zîrâ hümanizm, basit bir insan sevme olayı değildir. İnsana değer vermek, insanı öne çıkarmak gâyesi vardır; fakat insanı sevmedeki amaç Yunus’un insanı sevmesindeki amaçla aynı değildir. Bu yüzden hümanizmin filizlendiği ortaçağ Avrupa’sının düşünce yapısını okumak ilk başta yapılması gereken iştir.

Ortaçağ, Avrupa’nın hem öldüğü hem de Rönesans’la beraber yeniden doğduğu dönemdir. Düşüncenin kilise dehlizlerinde mahkûm olması, eğitimin, sanatın, bilimin gelişmesine engel olmuş, deyim yerindeyse Avrupa’yı öldürmüştür. Kilisenin hem yargıç hem kral hem de tanrı olduğu bir dönem de Avrupa, diğer medeniyetlerle boy ölçüşecek bir durumdan oldukça uzaktadır. Böyle bir ortamda çıkış yolu yine kilise dehlizlerinde bulunmuştur. Düşünceyi, îdamdan alacak olan hareketin yani yeniden uyanışın kıvılcımları görülmeye başlanmıştır. Bu düşünce, eski Yunan’a ve Lâtin’e geri dönmek, eski eserleri yeniden okuyup kültürel bağı kurmaktır. Bu bağın kurulmasıyla birlikte “hümanizm” de yeniden canlanır. Zîrâ eski Yunan mitolojisinde insan, kendisine verilmiş olan irâde gücüyle tanrısız yaşayabilmeyi, tanrıyla arasındaki bağları koparmayı, tabiata tek başına hükmetmeyi arzulamıştır. Bu arzularını karşılayabilecek gücü ise aklında bulur. Doğal olarak ortaçağ düşünürleri de sezgilerle değil, akılla hareket etmek gerektiğini savunurlar. Aklın yüceliği böyle bir hareketten sonra ortaya çıkar. Din mantıkla yorumlanamayan bir şey olduğundan ve o zamanın insanı, dini, kilisenin öğrettiği dinden ibâret gördüğünden ve yine din sezgilerle anlaşılabilir olduğundan insanların hayatından uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. İnsan denen varlık sezgileriyle (din ile) değil, düşünceleriyle (akılla) yaşamalıdır. Zîrâ onun aklı, ona tanrı tarafından diğer varlıklara verilmeyen bir güçtür. İrâde sâhibidir, özgürdür. Tüm bunlardan dolayı, insan tanrı kadar erdemli, asil ve güçlüdür. Doğanın hâkimiyeti altında kalmamalı, doğaya hükmetmelidir. Aklı, bu hâkimiyeti gerçekleştirmesi için kullanacağı bir ayrıcalığıdır.

İşte hümanizm de böyle bir ortamda vücut bulan bir felsefedir. İnsan, tanrı kadar güçlüdür. Bu yüzden tanrılara ihtiyacı yoktur. Aklı onun tanrısıdır ve doğal olarak da insan tanrı olabilir. Bu kadar güçlü bir varlığı sevmek, onu yüceltmek de kaçınılmaz bir sondur. Hümanizm, insanı tanrının yerine koyan, onu kutsallaştıran bir felsefedir. Dünyayı, aklın ve insanın egemenliğinde olmasını arzular. Başka bir ifâdeyle küçük cihadı salık verir.

Yunus’un insan sevgisindeki sebep ise tamamen farklıdır. Onun sevgisi tasavvuf ehlinin sevgisiyle aynıdır. Zîrâ tasavvufta insan, Allah’ın kendi bilinmezliğini bilinir kılmak için yarattığı varlıktır. Kendisinden bir parçadır. Bu yüzden insanı bilmek Allah’ı bilmektir. İnsanı sevmek ise Allah’ı sevmektir. Bu yüzden tasavvuf ehli, kalbini Allah’a aklını ise Allah’ı bilmeye adamıştır. Yunus’un gözündeki insan Allah’ın yerine koyacağı insan değil, Allah’ın yüceliğini gördüğü insandır.

Yunus Hak tecellisin senin yüzünde gördü

Çare yok ayrılmağa çün sende göründü Hak

Bu iki mısrâda da görüldüğü gibi sevilen insan, Hakkın bir parçasını ifâde ettiği için sevilir. Herkesin bildiği Yunus ifâdesini zikredecek olursak, yaratılan, yaratandan ötürü sevilir.

Hümanizm ve tasavvuf aynı kaynaktan beslenen iki ırmakmış gibi görünse de ne aynı kaynaktan beslenmiş ne de aynı yönde ilerlemişlerdir. Birincisindeki felsefe insanın tanrıdan bağımsızlığını, dünyaya bağımlılığını, aklıyla doğaya hükmedebileceğini öğretirken ikincisi, Allah’a bağımlılığı, irâdeyle Allah’ı bulmayı ve O’nun en büyük olduğunu öğretir. Hümanizm küçük cihadı salık verirken, tasavvuf büyük cihada çağrı yapar. Yunus Emre de bir büyük cihadın mücahididir. Bu yüzden onun insan sevgisi, Allah sevgisinin bir tezâhürüdür. 


GENÇ'ın Yazısı.