Aslında bir darlık da getirdi, getiriyor bu varlık ve çokluk. Kafese kısılmış kuş gibi çırpınıyor insan ruhu.  Tımarhaneye kapatılmış bir deli gibi büzüşüyor bir kenara. Kimi zaman zincirlerini kırmak için çırpınan... Zira  ruhunu esaret zincirine vurmuş bu varlık insan değildir artık.

Aziz Dostum,

Aydınlanma ile beraber, aklını aydınlattı insanoğlu. Kendi aklını kullanmak cesaretini gösterdi. Tabiatı sorguladı o aydınlanmış  aklıyla. Kutsal’ı sorguladı sonra. Tanrıyı… Kafasındaki örümceklerinden kurtuldu bir bir. Mağarasından çıktı. Aklıyla ürettikleriyle  birlikte, dünyanın çehresini değiştirdi. Artık bir eski vardı bir yeni. Yeni yani modern…

İnsan, yaşayışını değiştirdi; dışını aydınlattı yani. Daha bakımlı, daha gösterişli, daha asri bir hâle büründü. Elektriği keşfetti,  gecesini aydınlattı. Artık geceleri de çalışmalı daha çok üretmeliydi. Daha insanca yaşamak için, geceyi de gündüze çevirmeliydi.  Görünürde aydınlanmadık yeri kalmadı hâsılı.

Ancak unuttuğu bir yer vardı insanının. Kendini arayış-ı zahire kaptırıp ihmal ettiği, gerilere ittiği. Gönlü diyebilirsin buna, ruhu,  süveydası, vicdanı diyebilirsin. Evet, aklı aydınlanan, hayatı aydınlanan insan gönlünü karartıyordu da haberi yoktu. Öyle ya,  aydınlanmış bir akılla hurafeler, aynı dimağda yer tutamazdı. Hurafeler; kutsaldan doğan hakikatler. İnsanı insan, nevi beşeri sultan  eden hakikatler.

Geceler… Hakikatin en çok tecelli ettiği saatler… Sırların en çok faş edildiği demler… Evet, modern zaman, insanın hakikate  erişindeki en büyük sermayesini de aldı elinden. Karanlıklarını… Gönlün karanlıklarını aydınlatmak için uğraş verilen vakitleri…

Evet, bizim yüreklerimiz, işte o aydınlıklar çağının kararttığı yürekler! Bizim yüreklerimiz, aydınlıklarda değil, karanlıklarda aydınlanırdı  hâlbuki. Seherin karanlığında. Fecrin alacakaranlığında. Adı mükaşefeydi bu sebeple. Afaka çıktıkça değil, enfüse indikçe keşfedilen  aydınlık!

Bir Hakikat Arayıcısı’nın söylediği gibi: “İşimiz aydınlığı değil, bilâkis karanlığı  aramak. Hakikati karanlıkta bulmak… Aklın  aydınlığında değil, muhayyilenin karanlığında. Ana rahminin karanlığında. Fark etmiyor musunuz kanatlarımızı inciten hep aydınlık!” (Dücane Cündioğlu)

Kalbini aydınlıklar çağının karanlığından kurtarabilmiş Rumi-i Sani’yi de dinlemeliyiz: “Sen bir kılıçsın, kınından sıyrıl! Kudretlerinin üzerindeki perdeyi kaldır da Ay’ı, Güneş’i, yıldızları kucakla. Gecenin yakin nuru ile aydınlat. Yeniden Musa’nın mucizesi olan yed-i  beyzayı çıkar. Gözünü gönlünü açan adam, kıvılcım ekip yıldız toplar. İçimden sıçrayan bir kıvılcımı ele geçir. Ben Mevlana gibi  damarlarında kan yerine alev akan bir insanım. Yoksa kendini yeni modaya kaptırırsın. Dışını aydınlatır, içini söndürürsün.”  (Muhammed İkbal)

Sevgili Dost,

Yunus Emre: “Bunca varlık var iken bitmez gönül darlığı” der. Nice zamandır, dolaşır durur bu söz dilimde. Düşünür dururum, varlığın  ne kadar çok olduğu bir zamanı yaşadığımızı. “Burada ve şimdi” deyip dünyayı cennete çevirme arzusunda olanlar, dinin uzak  vaatlerine tahammülleri olmayanlar, peşinin peşine düştüler. Ve dünyayı bir cennete dönüştürmüş, bu emellerini evrenselleştirmiş ve gerçekleştirmiş görünüyorlar. (Tüm dünyaya bunun bedelini çok ağır ödettilerse de.)

Ancak insan bu hengâmede insanlığından çıktı. Bu kadar çokluğun içinde varlığını düşünemez oldu. Ucube bir canlı hâline geldi.  Üreten ve tüketen… Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi: Çokluk oyaladı da oyaladı insanı, ta ki ölüm gelip çatana kadar. (Tekasür  Sûresi) Çokluk; daha çok kazanma hırsı, daha rahat yaşama arzusu, daha çok sahip olma hevesi…

Aslında bir darlık da getirdi, getiriyor bu varlık ve çokluk. Kafese kısılmış kuş gibi çırpınıyor insan ruhu. Tımarhaneye kapatılmış bir  deli gibi büzüşüyor bir kenara. Kimi zaman zincirlerini kırmak için çırpınan... Zira ruhunu esaret zincirine vurmuş bu varlık insan  değildir artık. Hazret-i insan değildir. Eşref-i mahlûkat değildir. Onun gönlü nazargâh-ı ilâhi değildir. Allah’ın bakmadığı bir kalp de  ölmüş, asli niteliğini yitirmiş demektir.

İnsan, insan olmak için yaşamıyor modern zamanda. Daha çok sahip olmak için yaşıyor. Gözü olmakta, ermekte değil, elde etmede,  ele geçirmede… Nuh’a inanıp gemiye sığınmak yerine, Kenan’ın akıbetini yeğliyor. Kırk gece çile çekip Musa gibi Tur’un  eteklerinde Kelimullah mazhariyetine ulaşmak yerine, Firavun gibi hırs ve heveslerinin suyunda boğulmak, Karun gibi varlığıyla  beraber yere batmak istiyor. İsa gibi göklere ağmak yerine, Kelimetullah’ın canına kasteden hain kardeş olma eğilimi taşıyor. Ol  Şah-ı Rusül gibi Miraç’a çıkmak yerine, putlara perestiş ediyor. Velhâsıl, olmanın değil, sahip olmanın kendini yücelteceğini, kendini değerli kılacağını düşünüyor. Heyhat! Yanılıyor!

Mağaraya geri dönmeliyiz kardeşim, kararan yüreklerimizi aydınlatmak için. Hira’ya, Tur’a geri dönmeli, Sema’ya kulak vermeliyiz.


Mesut Kaya'ın Yazısı.