Dante`nin Şehri
Yürüdüğüm sokaklarda Leonardo da Vinci, Michelangelo, Dante ve daha pek çoğunun gölgeleri var. Pizza kokusu, taş yolları, dondurma vitrinleri, kahvelerin önüne dizilmiş masaları ve gece çalgıcılarıyla tam bir İtalyan Floransa.
Taş merdivenlerden çıktım. Yılların ağırlığı izler bırakmıştı. Durdum. Yavaşça elimi basamaklarda gezdirdim. Son basamağın altından mavi bir misket çıktı. Anılarıyla avucumu ısıttı. Mobilyasız boş odalarda sadece yedi kat gök ve yerin resimleri ve dönemin elbiselerini sergileyen mumdan heykeller vardı. Üst kattaki Tuskan el yazması kitabı uzun uzun inceledim. Müzede benden başka kimse yoktu. Ara sokağa sıkışmış ufak bir ev. Uffizi’nin gölgesinde kalmış sadece meraklı edebiyatçıları cezbeden, ziyaretçisini hayal kırıklığına uğratan bir müze. On dört bin mısrayı tek bir şiire dönüştüren Dante’nin ruhu silinip gitmiş evinden. Beatrice’in aşkı sayfalarda kalmış. Peki, mavi misket kimindi? Alighieri torunlarının mı yoksa turist bir çocuğun mu?
Sabah erken saatlerde Floransa sokaklarındayım. Bu şehir İnsanı korkutmuyor. Küçük ve samimi iki günde her köşesini ezberlemek mümkün. Doumo’nun unutulmaz kubbesi en tanıdık görüntü. Kartpostalların baş artisti. Kubbenin iç resimleri kıyamet sahneleriyle süslü. Zebanilerin asaları alev alev, peygamberlerin arkasına saklanmış inananlar ve Melekler endişeli. Katedrale dışardan bakınca altı yüzyılda tamamlanan pembe, beyaz ve yeşil mermerlerin zarif işlemesi hayran bırakıyor inceleyenleri. Çan kulesinin önünde durdum. 464 basamağı çıkalı yıllar olmuştu. Bugün kendimde o cesareti bulamadım. Tepeye ulaştığımda karşılaşacağım muhteşem manzaraya bu sefer sırtımı döndüm. Santa Croce kilisesindeki sanatçı mezarlarını, Pitti Sarayı’nı, Vaftizhaneyi, saraydan çevrilmiş hapishaneleri gezdikten sonra güzel bir yemeği hak etmiştim. İtalyanların ünlü kapalı pizzasından (calzone) ısmarladım. İncecik iki hamur içinde birbirine karışmış dört çeşit peynir, biraz yabani mantar ve birkaç fesleğen yaprağı…
Açık hava müzesini andıran Piazza della Signoria Meydanı sanat eserleriyle dolu. Michelangelo’nun Davut’u, Donatello’nun Judith’i, şaha kalkan atlar, fışkıran sulardan yükselen Neptün her köşeden çıkan ince işçilikli heykeller. Tarlalarda kuşları kovan saman korkuluklara inat soğuk mermer avuçlar güvercinlere su içirmekte. Ben de bu ahenge katılıp pizzamın kenarından kalanlarla besledim onları.
Uffizi’nin önündeki sıranın ucu bucağı gözükmüyordu. İnternetten aldığım biletle hiç beklemeden içeriye girdim. Müzeyi gezerken tabloların büyüsünden ayrılıp camdan dışarı bakmak gerekir. Botticelli, Caravaggio, Michelangelo, Raffaello sizi caydırmasın. Dışarıda seni bekleyen Arno nehrine ve üzerindeki dükkânlarla Vecchio köprüsüne bir kez olsun bak.
Modern müzeleri oldum olası sevmem. Sanat eserleri tarihi doku içinde, parkeler gıcırdarken cila kokuları duyulurken güzel. Asansörle çıkmamalıyım. Kristal parmaklıklı merdivenler olmalı, kırmızı halı kaplı engebeli basamaklar, yüksek tavanlardan avizeler sarkmalı. Yüzyılların hayali belirmeli gözlerimde. Baston taşıyan erkekler ve şapkalı kadınlar.
Floransa sanatçıların rüyası. Yüzyıllar içinde daha da güzelleşen şehir duvarlar arasına sıkışmamış bir müze. Bugün yürüdüğüm sokaklarda Leonardo da Vinci, Michelangelo, Dante ve daha pek çoğunun gölgeleri var. Pizza kokusu, taş yolları, dondurma vitrinleri, kahvelerin önüne dizilmiş masaları ve gece çalgıcılarıyla tam bir İtalyan Floransa.
Hande Berra'ın Yazısı.