Yoksa Hepimiz "Oyun"a mı Geldik?
Mustafa Emin Büyükcoşkun
1980 sonrasında erotik filmler furyasıyla çıkmaza girmiş olan Türk sinemasının en popüler temalarında biri oldu 12 Eylül. Siyasal ve sosyal hayatımızda derin yaralar açan ve yarattığı travmalarla bugün dahi hayatımıza etki eden askeri darbenin sinemaya da yansımaları “acı” oldu. Sinemacıların 12 Eylül askeri darbesine bakışları, her daim karakterlerin dar ve bireysel pencerelerinden oldu. Kültür hayatımızı, dolayısıyla sinemamızı da tekelinde bulunduran sol kesimin ürettiği 12 Eylül filmlerinde yönetmenlerin de görüşünü yansıtır bir şekilde o dönemde işkence gören, öldürülen, yurtdışına kaçmak zorunda kalan, kısacası zulme maruz olan devrimcilerin hikayeleri kimi zaman iç hesaplaşmaların arka fonunda, kimi zaman melodramın doruklarında seyirciye aktarılmaya çalışıldı. Şüphesiz dönemin esas kurbanının Türkiye’nin sol siyaseti benimsemiş, mücadeleci insanları olduğu açık. Ama bunun ötesinde 12 Eylül aynı oran ve şiddette olmasa da sağcıları ve Müslümanları da derinden etkiledi. 80 öncesinin kanlı olaylarına pek karışmayan Müslümanlar bunun neticesinde darbenin aktif şiddetinden nasiplenmeseler de Özal iktidarının ve dönemin malum “Yeşil Kuşak” dalgasının şekillendirici etkisinden paylarına düşeni aldılar.
Birey eksenli 12 Eylül sineması
Şerif Gören 1986 yapımı Sen Türkülerini Söyle filmiyle başlayan 12 Eylül filmleri kuşağı, Ali Özgentürk’ün Su Da Yanar, Sinan Çetin’in Prenses, Erden Kıral’ın Av Zamanı gibi filmleriyle devam etti. Dönemin sıkıntılarını bizzat veya yakından yaşamış yönetmenlerin bittabi kendi gözlem ve deneyimleri üzerinden beyazperdeye yansıttıkları filmlerin ortak özelliği karakter eksenli olmaları. Tüm bu filmlerde dönemin atmosferi bir tanığın gözünden veya dilinden anlatıldı. Dolayısıyla birer 12 Eylül tanıklığı olmanın ötesinde bu filmlerin dönemin iktidarı, darbenin failleri ve yapılan zulmün sorumlularıyla hesaplaşma şansı hiç olmadı. Hesaplaşan genelde filmlerin travmatik karakterleri ve onların ya satıp gittikleri davaları, ya da geride kalan hayalleri oldu. Bu hesaplaşma duygusu etrafında 12 Eylül filmleri ya ağdalı bir melodrama ya da 1980 sonrası Türk entelijansiyasının içine düştüğü halet-i ruhiyenin bir uzantısı olarak kasvetli bir drama dönüştü.
90’lı yılların sonuna geldiğimizdeyse 12 Eylül sinemasında bir kıpırdanma görürüz. İlk olarak Handan İpekçi’nin 1994 yapımı Babam Askerde’sinde görülen çocuk gözüyle tanıklık olgusu, bu filmden sonra 1999’da Atıl Yılmaz’ın çektiği Eylül Fırtınası’nda da gözlenir. 12 Eylül darbesinde annesi tutuklanan ve işkence gören bir çocuğun tanıklığı olan film, dönemi bir çocuğun perspektifinden sorgulamaya çalışır. 2004’e geldiğimizdeyse Yılmaz Erdoğan’ın 1980 öncesinde, Van’ın ücra bir köyüne ilk kez gelen bir televizyon etrafında dönen kara komedisi Vizontele’ye devam olarak çektiği Vizontele Tuba gelir. 12 Eylül’ün hemen öncesindeki toplumsal hareketliliği küçük bir Güneydoğu kasabası içinde anlatan Yılmaz, kasabaya sürgün edilen kütüphane müdürünün kızıyla filmin ana kahramanı Deli Emin’in aşk hikayelerini 12 Eylül arka planında resmeder. Bunun ardından Çağan Irmak’ın tüm halkı gözyaşlarına boğan melodramı Babam ve Oğlum gelir. Yine çocuk gözüyle döneme bakan filmin ana ekseni 1980 sonrasında bir baba ile oğlun ilişkisidir aslında. Bu yıl vizyona giren Beynelmilel ise darbeyi arka planına alan bir müzikal, son olarak Ömer Uğur’un apolitik bir işçinin bir karışıklık sonucu gözaltına görüp işkence görmesini anlatan Eve Dönüş’ü de zikretmek gerek.
Bir darbenin perde arkası: Zincirbozan
Geçtiğimiz ay vizyona giren Zincirbozan ise kısaca zikrettiğimiz tüm bu filmlerdne farklı olarak kişi ve karakterlere değil bizzat darbenin kendisine, onun aktörlerine daha doğrusu kuklalarına ve biraz da kuklacılarına değiniyor. 1980 yılının ilk yarısında başlayan film “bir sağdan, bir soldan” mantığıyla sürüp giden kanlı çatışmaları, İstanbul’da ve memleketin çeşitli yerlerinden cirit atan CIA ajanlarıyla paralel bir şekilde anlatırken, dönemin siyasilerinin de birer portrelerini çizmeyi ihmal etmiyor. Darbe sürecine giden ortamın bir takım “gizli eller” ve “dış mihrakler” tarafından hazırlandığının altını çizen film, dönemin görünen ve görünmeyen tüm kahramanlarının da bu planın kuklaları olduğu iddiasını taşıyor. Darbe sonrasında başbakan olan Özal’ın Amerikalı diplomatlarla olan sıkı ilişkisiyse ülkeyi bir anda kalkındırıveren adam imajının sırtını yasladığı yeri göstermesi oldukça manidar. Filmin bir diğer çarpıcı sahnesiyse dönemin ülkücü kontrgerilla lideriyle devrimci militanlarının liderinin 11 Eylül gecesi havaalanında aynı ajan tarafından ülke dışına çıkarılması. Fonda hiç susmayan tempolu ve gerilimli müziği ve Gökhan Tiryaki’nin olağanüstü görüntü yönetmenliğiyle etkileyici bir seyirlik olmasına karşın Zincirbozan dönemin siyasi portrelerini çizmekte pek başarılı değil. Tabi pek çoğu halen hayatta olan bu karakterlerin de gerçekçi birer tasvirinin yapılmasının güç olduğu aşikar. Bunun yanı sıra filmin manipülatif kurgu anlayışının da seyircisini fazlasıyla yönlendiren bir havasının olduğunu belirtmekte fayda var.
Oyuna gelmek üzerine.
Zincirbozan’ın de zihinlerde bıraktığı önemli bir soru işareti var. “Tüm bu yaşadıklarımız bir oyun muydu? Yoksa hepimiz oyuna mı geldik?”. Belirli bir ideolojinin savunucusu olan ve idealleri uğrunda gözünü kırpmadan savaşan tüm duyarlı bireylerin zihinlerinde uyanan bu soru, son dönemde milliyetçi dalganın ürettiği komplo siyasetinin bir uzantısı olarak da görülebilir. Sürekli bir takım “gizli gerçekler”den, “dış mihrakların oyunları”ndan, “karanlık güçler”den bahseden bu anlayış, gündelik siyaseti tamamen muğlak ve anlaşılmaz bir alana ittiği gibi, korku ve güvensizliğe dayalı kaygan bir siyaset zeminine kapıları açıyor. “Kullanılmış olanlar”ın kendilerini kullananları “kullanmış olabileceği” veya bir takım karanlık hesapların çift taraflı olabileceği kimsenin aklına gelmiyor. En önemlisi sürekli olarak “oyuna gelmemek” amacını taşıyan bu paranoyak ve sözde temkinli siyasetin de bir insanları pasifize eden, engelleyen ve duyarsızlaştıran bir “oyun” olabileceği ihtimali. Gerçekten de 12 Eylül sonrasında hızla yozlaşan, kirlenen ve apolitikleşen topluma, tek derdi gelecek ve kariyer kaygısı olan gençliğe baktığımızda esas “oyun”un ne olduğunu anlamak gerçekten de çok kolay.
Bir temenniyle bitirmek istiyorum bu yazıyı. 12 Eylül darbesinin 27. yılına girmiş bulunuyoruz. Fakat bu darbe Türkiye’de yaşanan son askeri müdahale olmadı ne yazık ki. Bundan tam 10 sene evvel, ayaz bir Şubat gününde bir askeri müdahale daha yaşandı Türkiye’de. Post-modern darbenin üzerinden tam 10 yıl geçti. “1000 yıl” süreceği iddia edilen bu sürecin etkilerini ve trajik sonuçlarını görmek çok kolay. Tasfiye edilmiş bir siyasi mücadeleyi, kesilip atılmış bir nesli, yok edilmiş bir yaşam tarzını arıyor gözlerimiz. Ümid ederiz ki bir gün bu hissiyatımızı paylaşan sinemacılarımız bu darbenin de bizzat kendisiyle hesaplaşan filmleriyle kalplerimize bir ışık tutarlar.
GENÇ'ın Yazısı.