Mine Taşdemir

Ah şu tencerelerin dili olsa…

Dili olsa da boşaltsa içini… Son zamanlarda biz insanlardan çektiğini anlatsa, şu zavallı tencereler, destan olur destan…

Ah dili olsa da şu tencere ve tavaların, haykırsa hakikati. Haykırsa esas olanın kardeşlik ve muhabbet olduğunu. Haykırsa “Müminler ancak kardeştirler.” âyet-i kerimesini ve yine haykırsa “Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.” hadis-i şerifini…

Dili olsa da şu tencerelerin, ortağı olduğu şu tatsız olaylardan kurtulmak istediğini haykırsa herkese. “Dağların, taşların bile üstlenmediği emaneti üstlenen insanoğluna yemek yetiştirmem lâzım, çekin artık şu ellerinizi” diye bağırsa.

Dili olsa da şu tencerelerin, hakikatin ne olduğunu bir de onlar söylese… “Benim vazifem gürültü çıkarıp uyuyan hastaları, bebekleri gecenin bilmem kaçında rahatsız edip uyandırmak değil, benim vazifem harıl harıl evinde sınav çalışanları da rahatsız etmek değil. Benim vazifem, sizlere hazırlanan yemek için vesile olmak, benim bundan gayrı işim gücüm yok” diye haykıran yine “Kardeşlik için çabalayın, mesâinizi kardeşlik için tüketin” diye bas bas bağıran tencereleri, tavaları duysa keşke insanlar.

“Siz birbirinizi yerken birileri ardınızdan kahkaha atıyor” diye için için ağlayarak bizleri uyaran tencere ve tavaları duyabilsek keşke.

“Keşke, sâdece yemek pişirilmekte kullanılsaydım” diyerek, iki eli arasına başını sıkıştırıp bir köşede ümmet-i Muhammed’in haline dertlenen tencereyi görse insanlar…

Görsek hakikati, duysak ve anlasak.

Ah keşke dili olsa tencerelerin de o iki ağacın hikayesini anlatsalar bizlere… 


GENÇ'ın Yazısı.