Çünkü madde için bir bitiş var bir sınır var ama mana içi doldukça genişleyen bir bağımsız küme gibi. Onun hacmini genişletmek belki mükâfat sınırlarını da genişletmek demektir. Manası maddesinden daha geniş olan biri; billur bir dünyayı sisli bir dünyaya nasıl değişebilir ki. Sisli bir mekana girene ışık yardım edemez olur. Kesilmiş çiçeklere yağmurun faydası olabilir mi?

“…Ama bu eroin, bu kötü bir şey, kötü olduğunu bile bile alamam” dedi genç, yaşlı adamın uzattığı beyaz toza bakarken ve şaşkınlığın yüzünde dolaşması devam ederken ekledi; “Seni iyi sanıyordum. Sakallarının ağarmış olmasından, yüzünün pürüzsüz olmasından değil, bakışlarındaki o dingin ışığın ruhumun üzerinde rengârenk anlamlar çizmesinden dolayı anlıyor musun? Bende bıraktığın o mağrur ruh abidesi izlenimini şu kadarcık basit bir şey için mi bırakmıştın?” Başparmağı ve işaret parmağını bir birine dokundurup basitliği tanımlarken gözlerini hafifçe kısmıştı. İhtiyar tam uygun bir açıklama yapıp konuşacakken; gencin, elindeki küçük poşete tiksinti ve nefretle baktığını görüp vazgeçti ve dili ile dişi arasında bir lastiği çevirir gibi konuştu: “Kötü nedir?” dedi. Bu bir konuşturma seansı için iyi bir başlangıçtı. Eğer “kötü mü?” diye sorsaydı cevap kuru bir evet ile son bulabilirdi.

Yaşlının “kötü nedir” sözünü tekrarladı genç. “Oysa sana her şeyimi anlatırken çizgimi de sunmuş olmam gerekirdi. Babamın ölümünden sonra yaşadıklarımı, yalnız kalınca yaptıklarımı, dinlediğim müziği ve okuduğum kitap adlarını söylemekle nasıl biri olduğuma dair ipuçları vermiş olmam gerekirdi. Beni o şeyi çekerek dinlediysen; Türkçe sözleri Almancaymış gibi algılar, nasılsa anlamadığım bir dil der, geçersin”

“Ah ihtiyar” dedi ve ayağa kalktı genç. Şiddetli bir kasırganın, bir dalgayı kayalıklara vurması gibi ani, sert ve sarsıcı bir hareketle geri döndü. “Bak ihtiyar bu sadece maddemi uyuşturup, aklıma ve ruhuma uğramayacak bir şey olsaydı merakıma belki yenilebilirdim. Çünkü madde için bir bitiş var bir sınır var ama mana içi doldukça genişleyen bir bağımsız küme gibi. Onun hacmini genişletmek belki mükâfat sınırlarını da genişletmek demektir. Manası maddesinden daha geniş olan biri; billur bir dünyayı sisli bir dünyaya nasıl değişebilir ki. Sisli bir mekana girene ışık yardım edemez olur. Kesilmiş çiçeklere yağmurun faydası olabilir mi? Bu maddeyi kullanmak isteyenler sıradanlıktan usanç duyan insanlar olabilir. Acıları ya da mutlulukları sıradanlaşan insanlar bir sıçrayış noktasını, yeni bir eşik atlamayı arzu edebilirler. Ama benim sıradanlıkla işim yok.”

“Bana bak” diye bağırdı ihtiyara. “Sıradan birine benziyor muyum? Sıradan biri olsam düşünmez ya da düşünmemeye çalışırdım. Ama ben düşünüyorum. Belki şu an düşüncelerimle yeni kapılar aralayamıyorum ama iyi olanı muhafaza etmeye çalışıyorum. Hey ihtiyar, bir şeyi kabul etmekle ona inanarak kabul etmek farklıdır.” “Ben inanan ve düşünen biriyim” dedi o fırtınalar koparan üslubunu ılık bir yağmura çevirerek. “Açıklanacak, ispatlanacak bir durum kalmayıncaya kadar inkar edebilir belki insan ama ya sonra bilimin anlatacakları bittikten sonra ne olacak, insanın düşüneceği şeyler bitecek mi? Hayır! İşte o düşünülecek bir şeyin kalmadığı günde başka bir şeyin varlığını kabul etmek zorunda kalacağız. Çünkü düşünce de Cenab-ı Hak gibi sonsuzdur.”

“Kötü diyordun, nerelere geldin” dedi ihtiyar umursamaz bir tavırla. Bu umursamazlık hali gencin daha da alevlenmesine neden oldu. “ bak ihtiyar dünyada kötü ve iyi diye iki kutup vardır. Ama tamamen kötü ya da tamamen iyi diye tanımlanan insan yoktur bana göre. İyiye ya da kötüye yakın olmak vardır. En kötü adamdan daha kötüsü vardır mutlaka. Bana şunu iç diyerek beni kötü kutuba yaklaştırıyorsun, ama ben kötü olanı istemiyorum, benim şunu içmeyi reddetmem bile beni iyi kutuba sevk etmeye yeter. Öyle ki kötülüğü doğumla benimseyenler bile o zıkkımı içmekte tereddüt ederler. Onlar ki; hayata gelişi en kirli olay, en büyük günah saydıkları için yeni doğan bebekleri yıkayıp vaftiz ederler, bazen de kendilerini yakıp ‘ateşe yürüdük’ derler.”

Yaşlı adam aynı umursamazlıkla “sorman gereken sorular cevaplaman gerekenlerden daha fazladır” dedi. Genç bir an kendini yaşlı ile yaptığı eski sohbetlerden birinin içindeymiş gibi hissetti ve masum bir ses tonu ile “biliyorum” dedi. Ama sonra ihtiyarın ona bir zehir uzatışını hatırlayarak “bunu sen mi diyorsun” diye bağırdı. Bir iki dakika soluyup sinirlerini kontrol etmek istercesine gözlerini kapattı. Daha yumuşak bir sesle “bunlar zaten yıllar önce sorduğum soruların cevabı” dedi.

“Başka hangi cevaplar var anlat, bu gün çekmedim dinleyebilirim” dedi yaşlı adam ve gülümsemesini yan tarafa dönerek sakladı. Genç durmadan kendini yenileyen aynı sinir haliyle “yıllar önce sorduğum sorulardan ilkinin cevabı neydi biliyor musun? Güneşin değeri ancak insanlara ışığını yansıttığı zamandır. İnsanın değeri de yine ancak insanlara düşüncelerini aktardığı zamandır. Mademki bir güneşten ışık talep ediyorsun öyleyse dinle” dedi artık yaşlı adamı küçümsemeye başlamıştı.

“Düşüncelerimi büyüttükçe beni Cenabı Hak karşılıyor anlayabiliyor musun? Zaten ancak düşününce düşündüğün şeyler büyümeye başlar. Yıldızlar ve galaksiler düşündüğün zaman büyüktürler, düşünmediğin zaman onlar küçülmezler ama senin egon büyümeye başlar. Onlar yokmuş ve tek büyük kendinmişsin gibi davranırsın, Mutlak Hâkime de bu payeyi verirsin. Onu düşünmemekle kendini o kadar büyükmüş gibi görürsün ki bu seni en sonunda şirke götürür. Allah korusun” dedi genç. “velhasıl” dedi iç çekerek, rahatlamıştı biraz. Artık ihtiyarın elindeki o beyaz toz öfkesinden girdaplar oluşturmuyordu. Anlattıklarını bağlamak istercesine “velhasıl, insan bedeni bir köprüdür. Bu köprünün ayaklarını zina, oburluk, anlık lezzetler ile aşındırırsan ruh bu köprüden geçerken endişe ile zayıflar ve en ufak sendelemede bu köprü ile birlikte kötülük kutbuna doğru batarak sürüklenir. Anlıyor musun beni yaşlı, keş ve bunak adam?”

Tüm bu hakaretleri sevmese de yaşlı adam gencin konuşmasını istiyordu. Bir buğday başağının bir orakla kesilmesi ile kendi kendine düşmesi arasındaki farkı biliyordu çünkü. Başak eğer kendi dibine düşerse bazen çürür, bazen de yeni buğdaylar için bir tohum olurdu. Çiftçi onu keser ve kendi için kullanırsa buğdayın nesli kurumuş da olmazdı. Çünkü çiftçi kendine gelen bu nimetin devam etmesi için yeni taneleri kendi elleri ile ekerdi toprağa. İşte aradaki fark buydu; buğday en üstün ve olgun olduğu çağda kendi için değil başkası için verir başını ama verdikleri yine kendine döner, belki daha da iyi olarak. Elindeki beyaz toza baktı ve “işte bu da senin orağın oldu çocuk” dedi içinden.

Yaşlı adam bunları düşünürken genç hala üzgündü ve “seni iyi sanmıştım, bilseydim sana iyilik yapmazdım” diyerek hayıflandı.

Ve yaşlı adam gece boyu sürecek olan nasihatlerine gencin bu son sözlerini düzelterek başladı:

“Lütuf aldığın şeyi geri vermek değildir. İyilik edene iyilik etmek aldığın şeyi geri vermek değildir de nedir?

Bu elimdeki beyaz toz … *


* Bu hikâyenin gerisi önemli değildir aslında. Ama unutma ki, yaşadığın her an senin kendi hikâyendir ve kendi hikâyende kendi sözlerin ve kararlarındır önemli olan. Yoksa hayat insana zaten başlangıçlar ve sonlar sunar, nasihat edecek ya da seni kötüye sevk edecek birilerini mutlaka karşına çıkarır.


Ayşegül Genç'ın Yazısı.