Ömer Öztürk / Genç Haber Merkezi

Arşivimi karıştırıyordum. Siyah, mini boy bir fotoğraf döküldü önüme. Gayri ihtiyarî arkasına baktım. Şöyle yazıyordu ‘Jardin Taksim, Mai 1935.’

‘Taksim Bahçesi, Mayıs 1935’ mânâsına geliyordu bu Fransızca fotoğraf-arkası notu.

Görüntüde bir kadın, söylemeye hâcet yok başı açık bir kadın, bir bank kenarına ilişmiş, bacak bacak üstüne atmış, üzerinde etek ve ceketten ibaret, deux-pieces (döpyes, iki parça) diye tâbir olunan ve o yıllarda pek yaygın olan bir takım bulunuyor. Arka fonda sık ağaçlıklı, köşk misâli bir binâ…

Yazarlık ve arşivcilik hayatım müddetince benzerlerine yüzlerce kere tesadüf ettiğim tipik bir 1930’lar portresi.

Ah o yıllar. Fırtına gibi… Bir kere memleket iki reisin dudağının ucundadır. Taksim Bahçesi ya da nâm-ı diğer Gezisi ve Taksim Cumhuriyet Âbidesi simgeleştirilmiştir ve ne vardır bilir misiniz? Din ve diyânet günlük hayatın bütün cephelerinden silinmiştir. Bugün artık her yerde gönül rahatlığıyla temâşa edebildiğimiz Osmanlıca ve Arapça kitâbeler dahî gözler önünden kaldırılmıştır. Şapkacı Hakko, ne yalan söylemeli, ticarette gûya ayıp olmaz ya, kesesini doldurmakla meşguldür. Eh, takkeler zorla düşürülünce, kel görünmüş, şapka şart olmuştur. Bugün o günlerin şapkalı görüntülerine bakınca, en azından tebessüm ediyoruz. O dayatmacı ve hatta ittirmeci toplumsal yapı bizden mi, bu biz miydik diye şaşırıyoruz.

Esâsen, o yıllar pek mâsum da değildir. Dünya, sonradan II. Dünya Savaşı olarak isimlendirilecek korkunç bir kör dövüşüne doğru koşar adım gitmektedir. Bu dünya denen yuvarlak ve güvenilmez mefhûmun çok feci hususiyetlerinden biri de, güllük-gülistanlık günlerin peşi sıra hep yıkım, hep felâket, özetle hep savaşın gelmesidir. Birkaç haftadır Bahçe bahanesiyle hortlatılmak istenen de hep bu yakıp-yıkma zihniyetidir.

‘Ekmek karne ile imiş.’ Bugün tatlı bir masal gibi naklediliyor. Fakat o vakit öyle mi idi? Hâlâ hayatta olan şâhitlere sormalı bir de. Savaş yüzünden travmalar geçiren, sakat kalan, madden ve mânen tükenen ve ancak ve ancak şu meşhur ‘Çığlık’ tablosuyla tasvir edilebilen bedbaht nesilleri arayıp bulmalı.

1930’lar Türkiye’si Batı taklitçiliğinin doruk noktasına ulaştığı yıllardı. Batı’nın bir Jardin Lüksemburg’u vardı ya, eh bizim de bir Jardin Taksim’imiz muhakkak olmalıydı. Keriman Halis 30’ların başında “Avrupa Güzellik Kraliçesi” seçildiğinde, bakın Allah’ın hikmetine, bizden çok Batılılar sevinmişlerdi. Asırlardır kapalı olan kadınlarını açtık diye tef çalmışlardı. Öyle veya böyle aslî hüviyetimizden adamakıllı uzaklaşmıştık.

1950’lerde biraz silkinir gibi olduk. Ezan aslına irca edildi. Yeni camiler, mescitler inşâ edildi. Ne var ki, geç kalınmıştı.

Şuradan da belli ki, bakın yıl 2013, hâlâ bir arayış içindeyiz. Gereksiz tartışmalarla zaman kaybedeceğimize her kesimden bütün millet yek-vücut olup birleşse ve dost olsa, bu olumsuzluklar bir daha yaşanmaz diye ümit ediyor ve Yaradan’dan bizlere dünyada da âhirette de iyilik vermesini temenni ediyoruz. 


GENÇ'ın Yazısı.