Mehlika Sultan’a âşık yedi genç Kaf dağının ardına doğru hareket ettiklerinde biz orada yoktuk. Lakin “Cennete âşık bir grup gencin saray gibi evlerinden, aşkları uğruna hareket edip, bir mağarada üç yüz dokuz yıl uykuda yaşadıklarını” bilmek için yanlarında olmamız gerekmiyordu.

Amerika denilen zalim bir devlet, henüz ilim ve irfan merkezi bir beldeyi yıkmamıştı ki, “ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz” denildiğinde analar, sadece çocuğu değil toplumu doğurmaya ve şekillendirmeye hazırlıklı idiler. Anaları, onları Kur’an sesiyle büyütmüş, beşiklerini “ezeli düşman şeytan ve avenesine” müteyakkız olmaları için sallamıştı, uyumaları ve uyutulmaları için değil. Yeni konuşmaya başladıklarında “Ahmediye’den, Muhammediye’den, Envarul’âşıkından…” Hz. Ali’nin cenk hikâyelerini dinlediler. Ve hayata yalın kılıç hazırlandılar.

İşte bu anaların en güzel yâr olduğu bir dönemde, şehirleri ve içinde yaşayanların gönlünü imar eden “büyük mimarlar” varmış. Bu dönemlerde de, hakkın karşısına dikilen, bâtıllar vardı. Ne zaman bunlar bir hataya düşse, gerekli manevra acilen yapılırdı. Çünkü “nasihatçisi olmayan ve nasihatçisine kulak vermeyen bir toplumda hayır yoktu.”

Dağları, aşkı olan “Şirin” hatırına delmeyi geçmişe bakarak öğrenmişti Ferhat. Zira o, koca bir şehrin etrafına bir aydan daha kısa bir zamanda ve “tüm yokluklar” içinde aşılmaz bir hendeği kazan aşktan ilham almıştı. Öğrenmişti ki “Azmettin mi bir işe, sonundan korkma ve Allah’a tevekkül et.”

İnanın, aşkı dillere destan olan Mecnun bile aşkını başkasından öğrenmişti. Evvelinde “Leyla” adını verdiği aşkını görmüş, adını dilinden, hayalini gözünden, arzusunu hedefinden düşürmemişti. (Kara kuru birisi diye kendisine aleyhte propaganda yapılsa da…) Ama ben aşkını hiç görmeden sadece işiterek “tutulanı” da bilirim. Tarihin nurlu sayfaları bize, “Yemen illerinde deve çobanlığı yapan bir delikanlının” bin kilometreyi aşkın bir yolu, “sadece işittiği” bir peygambere âşık olduğu için aşmasını, ama bir başka aşkın (annesinin) emri gereğince, eli boş dönüşünü anlatır. Ama aşk budur işte, elinin boşluğuna yanmaz, gönlünün doluluğu ile avunur.

Demem odur ki; zaman içinde aşk denilen bu hayati tutkular hep de mecrasında ilerlemedi. Kimileri de yanlış aşkların peşine düştü de, bu yanlışlıkların hepsi de sona varmadan hayra yol çevirememiştir. Siz bahaneyi “Bağdat’ın harap olmasına” mı bulursunuz bilemem. Her ne kadar büyükler, “aşığa Bağdat ırak olmaz” demiş olsalar da bu durum gerçekten tadılan aşklar için geçerlidir.

Aslında yanlış aşkların peşinden at koşturup da, bir taşla iki kuş vurmanın hayalini güdenler eskiden de olmuştu. İslam’ın hadis kaynaklarının en başında yer alan “Ameller niyetlere göredir…” diye devam eden hadisi şerifte, “Evlenmek istediği bir kadın için Medine’ye yerleşen kimi gözü açıklar(!)” için, “Ya onların durumu?” şeklindeki soruya; “Herkese aşkının karşılığı vardır” anlamında cevap gelecektir. Ama bunu yanında “inandıkları uğruna can ve mallarından geçenler” için ise, “Allah’la kârlı bir alışveriş yapanlar” övgüsü yer alır.

Hatta Mehlika Sultan’a âşık yedi genç Kaf dağının ardına doğru hareket ettiklerinde biz orada yoktuk. Lakin “Cennete âşık bir grup gencin saray gibi evlerinden, aşkları uğruna hareket edip, bir mağarada üç yüz dokuz yıl uykuda yaşadıklarını” bilmek için yanlarında olmamız gerekmiyordu.

Size çok farklı gelebilecek bir aşk hikâyesini ben İslam tarihinin şanlı sayfalarından nakledeyim. Sahabeden birinin, hiç de anlaşamadığı ve huysuzluğundan şikâyetçi olduğu bir eşi vardır. Kendisine boşamasını teklif eden arkadaşlarına; “Boşaması kolay, ancak gider başka bir kardeşimle evlenir ve onun da başını yakar. Bunun için, ben nasıl olsa alıştım. Sabredeyim de başkasının başını yakmasın.” cevabını verir. Bir süre sonra da kadın ölür. Mezarının başına varıp üç defa “onu boşadığını” söyler. “Niçin böyle yaptığını?” soranlara; “Cennette beni tekrar bulmasın” diye böyle yaptım der. Bu da farklı bir aşk olmalı.

Ama en önemlisi hayatın tüm sevdalarına doğru başlamaktır. Zira yanlış başlanan bir iş, doğru yerde sonuçlanmaz. Allah-ü Teâlâ, kitabında; “Hevâsını ilah edineni gördün mü?” diye sorar. Yani bu işler şakaya gelmeyecek ve hafife alınmayacak kadar ciddidir. Sonradan döndürülenler, tam yerine gelmeyebilir.


Haşim Akın'ın Yazısı.