İbrahim Refik

Hâfız Sami Efendi... Menkıbeleri dilden dile dolaşan bu cezbeli adam son devrin nev`i şahsına münhasır ses üstadlarından biridir. Bir zamanların billûr sesiyle gök kubbeyi çın çın çınlatan bu güzide ses sanatkârı Filibe`de dünyaya gözlerini açtı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı`nda Filibe`nin Ruslar tarafından işgali üzerine ailesiyle birlikte İstanbul`a göç etmek zorunda kaldı. Ses kabiliyetini dedesi Hafız Bekir Efendi`den miras alan küçük Sami, sıbyan mektebinde okuduğu yıllarda sesinin güzelliği ile dikkat çekmeye başladı. Sultan Selim Camii imamı reîsülkurrâ Hacı Hasan Efendi`nin yanında on iki yaşında hıfzını tamamladı. Birçok hocadan kıraat, tashih-i huruf, ta`lîm-i Kur`an dersleri aldıktan sonra icâzetini Abdüş Efendi`nin elinden aldı. Osmanlı`nın son döneminde yetişen ve başta Kur`an tilaveti olmak üzere mevlid, ezan, kaside, gazel gibi irticâlî okuyuşlarıyla devrinin erişilmesi güç simalarından biri olan bu altın sesli Hafız, ilk mûsiki bilgilerini Müştakzâde Hacı Edhem Efendi`den öğrendi. Daha sonra farklı hocalardan istifade ederek usta bir hanende, büyük bir sanatkâr, güçlü bir hafız olarak temayüz ederek birbirinden değerli birçok eser meşketti.

“OĞLUM SANA HÜDA MEŞKETMİŞ”

Bu genç Hafız, yeni palazlanmaya başladığı günlerin birinde mukabele okurken Zekai Dede ile karşılaşır. Dede, sesine hayran kaldığı bu hafızın kim olduğunu sorduğunda, etrafındakiler genci anlatıp, Zekai Dede`ye istikbal vaadeden bu gence üstadlık etmesi için ricada bulundular. Hafız Sami`yi dinledikten sonra yanına çağıran Zekai Dede, onun mûsikideki kabiliyetini ve istikbalini âdeta keşfederek şöyle der:

-”Oğlum, sana Hüdâ meşketmiş, benim meşkedecek bir şeyim yok! Gittiğin yolda böylece devam et!..”

Hafız Sami, ilk olarak on dört yaşında ramazanda Fatih Camii`nde mukabele okumaya başladığında, Kur`an hayranları bu muhteşem mabedi tıklım tıklım doldurur, büyük bir izdiham meydana getirirlerdi. Sadece İstanbul halkı değil, Anadolu`nun değişik yerlerinden birçok insan bu kulak ziyafetinden istifade edebilmek için camiye koşarlardı. Bilhassa 1900-1910 yılları arasında Fatih Camii`nde hünkar mahfilinin altında öyle ve ikindi arasında okuduğu mukabeleler meşhurdur. Kaynaklarda, onun kıraati esnasında cezbeyle kendinden geçen dinleyecilerin coşkulu feryadlarının kubbelerde yankılandığı belirtilir. Meşrutiyet yıllarında Esad Efendi Tekkesi`ndeki kıraati sırasında dervişlerin cezbeye kapılarak kendilerini yerlere atmaya ve bağırmaya başlamaları üzerine şeyh efendi yüksek sesle “el Fatiha” demek suretiyle Hafız Sami`nin okuyuşunu kesmek zorunda kalmıştır. Mânâya ve diksiyona oldukça dikkat eden Hafız Sami`nin yorulmak bilmeyen sesinin yanında çok uzun bir nefesi vardı. Kaynaklarda, mevlid okurken üç beyti bir solukta, gereken perde ve nağmeleri de göstererek okuduğu nakledilir..

BÜLBÜLLERİ SUSTURAN ADAM

Hafız Sami, gençlik yıllarında bir gün Metris Çiftliği`nde avlanırken bir ara arkadaşlarıyla bir ağacın altına oturup soluklanmışlar. Çok geçmeden vecd haline geçen Hafızımız başlamış muhteşem sesiyle ortalığı çın çın öttürmeye... Mevsim Mayıs, yani bülbüllerin şakıma zamanı... Hafız güzel sesiyle ortalığı inletirken altında oturduğu ağacın dalları arasında onunla birlikte dem çeken bülbüller birden bire suspus olurlar. Arkadaşlarının yemin ederek anlattıklarına göre de, dalların arasından sessizce süzülen bülbüller sessizce gelip Hafız`ın başına konarlar.

“SEN ÇOK YAŞA HAFIZIM”

Sultan Reşad`ın büyük oğlu Ziyaeddin Efendi mûsikiye meraklı biri olduğu için sık sık toplantılar tertip eder, Hafız Sami de zaman zaman bu cemiyetlere katılırdı. Yine böylesi bir mûsiki cemiyetlerinin birinde, Tanburî Cemil Bey, Hafız Osman ve Dârulaceze muhasebecisi Hafız İsmail gibi üstadların bulunduğu bir akşam, Hafız Sami bülbül gibi öyle bir şakımaya başladı ki, orada bulunanlar kendinden geçtiler. Hafızın hançeresinden fışkıran bu lahuti sesten son derece etkilenen Tanbûrî Cemil Bey, Hafız Sami`nin yanına yaklaşarak bütün içtenliğiyle duygularını şöyle dile getirdi:

-”Bundan sonra senin bulunmadığın meclislerde tanbur çalmak bana haram olsun! Meclisi ihya ettin. Çok yaşa hafızım!”

Hafız Sami, Tanbûrî`nin bu kıymet bilirliğini, “Ben, bu iltifatı şehzadenin altınlarına değişir miyim?” diyerek her vesile ile yad edecektir.

MÜZELİK BİR SES

Son derece müstağni bir hayat yaşayıp ayağına kadar gelen dünyevî nimetlerin hepsini tepen Hafız`ın bu harika sesi, İstanbul`da bulunan yabancı subayların da dikkatini çekmişti. Birinci Dünya Savaşı`nın devam ettiği yıllarda, bir gün Hafız`ı yüksek rütbeli bir Alman subayının da davetli bulunduğu meclise götürmüşlerdi. Nasılsa aşka gelip birkaç gazel söylemişti. Almanlar “Bu nasıl bir sestir?” diye hayret içinde kalmışlar, nihayet içlerinden biri sormuştu: -Böyle değerli bir sese sahip olmak için ne yaptınız?

Hazret, “Hiçbir şey” cevabını vermiş. Fakat Alman subayı bunun Allah vergisi olacağına inanmadığı için hafıza dönmüş, konuşmasını şöyle sürdürmüş: -Hayır; siz gırtlağınızın içine mutlaka platin kaplatmış olmalısınız. Bir insanın hançeresinden bu kadar kusursuz ses çıkması mümkün değidir!

Mütareke yılları içinde zengin bir Fransız subayı da -öldüksen sonra Paris Mûsiki Müzesi`nde teşhir edilmek üzere- hançeresini on bin liraya satın almak teklifinde bulunmuştu. 1910 yılında Hacca giden Hafız Sami`ye, Hicaz dönüşü Şeyhülislam Hüseyin Hüsnü Efendi tarafından hünkar imamlığı teklif edildi. Ama bu dünyaya metelik vermeyen adam, “Ben padişahın emri altına giremem!” diyerek teklifi kabul etmedi. Böylece de dolgun bir maaşı elinin tersiyle itmiş oldu. Bir gün Enver Paşa`nın kendisini çağırdığı haberini alınca, emri getiren Merkez Kumandanı Cevat Paşa`ya şu pervasız cevabı verdi: “Enver Paşa`ya selam söyle! Ben onun padişahına bile metelik vermedim! Hafız kimsenin uşağı değildir!”

Kaynaklar, Türk mûsikisinin bu ünlü hanendesinden mahrum kalan güzel ses âşıklarının, üstadı dinleyebilmek için kendilerine göre hilelere başvurduklarını kaydediyorlar. Bunlar, bazı mahalle kahvelerinde rast geldikleri Hafız`ı okumaya teşvik etmek için karşısına oldukça kötü sesli bir adamı oturtup avaz avaz bağırtırlarmış. Hafız önce aldırmaz; fakat çok geçmeden kendini tutamayarak birdenbire coşup başlarmış şakımaya...

ANA HASRETİNİN KAVURDUĞU YÜREK

Her sıradışı insan gibi Hafız`ın da garip halleri vardı. Kendisini yakinen tanımayanlar, onun bu davranışlarına bakarak deli olduğuna hükmedebilirlerdi. Oysa deli falan değildi, sadece annesini çok seven ve onun hasretiyle yanıp tutuşan bir hasretzede idi. Zaman zaman içini bır sıkıntı basıp da eliyle göğsünün sol tarafını oğuşturmaya başladığında “neyin var?” diye soruyorlardı. O da bu soruya: “Susun! Beni yine anamın perileri zaptetti!” cevabını verirdi. Bu sözlerin mânâsı ancak vefatından sonra anlaşılabildi. Merhumun yeğeni Söğütlüçeşme Camii baş imamı Hafız Cevdet, dayısının hayatını anlatırken şunları söylemişti: -”Onun büyük ruhî ıstırabının neden ileri geldiği birçok kimse için sırdır. Hafız Sami`ye hayatını zehir eden hangi hadise idi, bilir misiniz? Anasının ölümü... Bütün dünyada onun kadar anasına düşkün evlat zor bulunur. Bir sevgili uğruna kara sevdaya tutulup, ömrünü ah ve vah ile geçiren zavallılar çok görülmüştür. Fakat bir ana için... Sadece bir ana uğruna, her şeyi, yeryüzünde sevilebilecek ne varsa hepsini bir kenara atıp, yalnız onutarasına siyah bir harmani gibi sarılarak acıklı bir “tariki dünya” hayatı geçirmek, kaç fâniye nasip olmuştur? Dertli Hafız, zaman zaman yine böyle ruhu daraldığında hemen anasının mezarına gider, o güzel sesiyle hazin hazin Kur`an okurdu. Bu durumu farkeden bazı kimseler, onun ardından gizlice mezarlığın yolunu tutarlar, gizlendikleri otların ağaçların arasından bu Kur`an bülbülünü dinlerlerdi.

“ALLAH” DİYE DİYE YAŞADI, “ALLAH” DİYEREK ÖLDÜ

Bu içli Hafız, Hicaz`dan döndükten sonra hastalığı iyice arttı. Artık okumayı hemen hemen terketmişti. Son zamanlarda kulakları da da işitmez olmuştu. Bütün gece sabaha kadar uyuyamaz, “Ah anam!.. Ah anam!..” diye haykırırdı. 1936 yılında Gülhane Hastanesi2ne yatırılıp tedavi edilmeye çalışıldı. Ancak o hastalığının cismanî değil ruhanî olduğuna inanıyordu. Dolayısıyla doktora gitmeyi gereksiz görüyor, ilaçları kullanmıyordu.

Bir gün kızkardeşinin ısrarına dayanamayarak doktora giderlerken yolda bir anda durdu ve gür bir sesle “Allah” diye haykırarak olduğu yere yığıldı. Ve tarihler 26 Nisan 1943`ü gösterdiğinde bu bülbül sesli Hafız Hakk`ın rahmetine kavuşmuştu. Bugün sanatçı adı altında lanse edilen ve daha bir yıl geçmeden silinip giden insanların medyayı, dolayısıyla gündemi boş yere işgal ettiğini gördükçe, sesi ve şahsiyetiyle vefatının üzerinden yıllar geçmesine rağmen bıraktığı izler silinmeyen Hafız Sami Efendi gibi hakiki sanatçıları rahmetle anıyor, bâki kalan bu kubbede bıraktıkları hoş bir sâdâdan dolayı da şükranlarımızı sunuyoruz.


GENÇ'ın Yazısı.