Dem Bu Demdir!
İnsanların ruh dünyalarını çay ve mekân doğrultusunda anlamlandırmaya başlamadan önce durun bir bardak çay alayım. Ne demişler “es sohbetü bila çay, kes semai bila ay”
Şu Çinlilerin çay içmeyi belirli ritüellere bağlamalarını anlamıyorum. Bir Çinli kadın çayı hazırlayıp kâselere dökme işini uzattıkça soğuyup tadı kaçan “aromalı ab-ı hayat” ile aramda tamiri imkânsız kırılmalar dökülmeler başlar. Bu çay dökme merasimini ekranda izledikten sonra vereceğim ilk tepki; “o kâsedeki çay dedemin abdest suyuna döndü” şeklinde kültürümü ve mizacımı yansıtacak bir serzeniş olacak ve söylenmelerim “ben bir çay demleyeyim de görün” şeklinde müşkülpesent laflarla son bulacaktır.
Bir bardak çay; tepsinin üzerinde hürmete layık bir tavra bürünmüş, rengi eskilerin tabiri ile “lebreng”*, sıcaklığı da “dide efruz”** olmuş ise parmak ince belli bardağa dokunduğu an mekân ve ruh birbirlerinin akışına bırakırlar kendilerini… Coca-Cola’yı evrensel içecek yapıp Mc Donalds’ı da ila ahir tek mekân yapmak isteyen malum ülkeye inat dünyanın belki de evrensel tek içeceği işte bu çay, çay ile sohbete dalınan her yer de rağbet gören tek mekân olacaktır. İnsanın iç dünyasını dinginleştiren ve fakiri de zengini de “ehl-i keyf” kategorisine sokan bu mahir bitki yaprakları, Fezayı Hak’tan inmiş huzur verici bir yağmur gibidir. Şehirde veya köyde, kristal bardaklarda yahut sararmış fincanlarda yudumlanan, belki de çaydan ziyade muhabbettir. Kişi yalnızsa bu muhabbet bizzat çayın kendisiyledir.
İnsanların ruh dünyalarını çay ve mekân doğrultusunda anlamlandırmaya başlamadan önce durun bir bardak çay alayım. Ne demişler “es sohbetü bila çay, kes semai bila ay”***
En güzel çaylı muhabbetler en sade mekânlarda gerçekleşir. Bir mütevazı çay bahçesinde göz göze, bir sedirde diz dize, bir bankta yan yana yudumlanan çayın tadı ile sohbetin tadı aynı sıcaklıkta olur. Ama sarayda, köşkte içilen çay insanın midesine mi yoksa gaipten uzatılan bir kaba mı dolar bilinmez. Duvarlardaki süs ve resimlerle meşgul olan akıl ne çaya ne muhabbete yoğunlaşabilir. Cihan Aktaş der ki; “fikirlerin, tasarıların, eleştirilerin harmanlandığı zihin boş bir duvara bakarak dinlenmek ister”1 Belki de peygamberlerin evlerini eşya ile doldurmamalarının sebebi sadeliğin o bilinmeyen yoğunluğunda gizlidir.
Bir bardağın tek süsünü demini iyi almış çay oluşturur. Yoksa evini barkını dünyevi tutku olmasın diye süslemeyenler, “mülk Allah’ındır” düsturunca süs ve ihtişamdan uzak olanlar kristal yaldızlı bardakları satın alsalar da severek, gönül rahatlığı ile kullanamazlar.
İnce belli bardakları kaderine terk edip, maddeci bir gurup ille de çorba tası gibi kupalarla mutfaklarını dolduracaklarsa ve hatta küçük-büyük, süslü-düz, renkli-sade ne çıkmışsa alıp dolaplarına istifleyeceklerse onlara M. Kutlu’nun “içleri boşaldıkça insanların evleri kalabalıklaşır” tespitini hatırlatmakta fayda var.
Bazen (mecburen) büyük fincanlarda yahut kupalarda çay içerken büyük meydanları düşünürüm. Çünkü porselen fincanın, elinizin yanma ihtimalini bertaraf eden lüksü, sizi çayı ancak üstünden izlemeye sevk eder. Bu; meydanlarda da böyledir. Şehir halkının hareketlerinden haberdar olabilmek için sokakları genişletmek, meydanları büyütmek gerekir. Üçüncü Napolyon Paris’i yeniden inşa ederken geniş bulvarların, köşeli mahallelerin kurulmasının sebebini “halkı denetim altına alma arzusu” diye açıklar.2
Yine Avrupa’nın düzgün ve simetrik şekillerde oluşturulan şehirleri ve planlamaları onların araç gereçlerine de yansımıştır. Bizim çay bardağımızın orta kısmının daralmasına (ki bu kısma şeker ölçüsü de denir) inat, onların bin bir çeşit keskin köşeli fincanlar üretmesi bana geçenlerde okuduğum bir yazıdaki ünlü mimar Le Carbusier’in şu sözlerini anımsatır; “ev içinde yaşanacak bir makinedir ve katıksız geometri kurallarına uymalıdır”3 . Eskiden Türkler yerdeki yerleşimi yıldızların konumuna göre yaparlarmış. Seçtikleri yıldızın kendilerince izdüşümüne bir ev yaparlarmış. İşte bu yüzden Anadolu’da sokaklar eğri büğrüdür derler. Belki bardağımız da bu yüzden kavislidir kim bilir.
Çinliler gibi abartıp bin bir kurala bağlamadığımız çayı, batılıların sallama çayı gibi baştan savma da yapmayız. Biz de çay semaverde olursa odun ateşini harlandıran bir iştiyakla, demlikte olursa yirmi dakikası sabra havale edilip büyük bir olgunlukla demlenir. “Üçü karardır” dense de bazı şairlerin tatlı dizeleri bu kaidenin çoğu zaman delindiğine işarettir.
“Ehl-i keyif olana üçtür kaide
Derde derman sorana
Dördü beşi faide..”
Muhabbet denilince aklıma elbette dost muhabbeti gelir. Mananın derinleştiği, tefekkürün mekâna ayrı bir şeffaflık giydirdiği, düşünce denizinden bahta ne vurmuşsa onun kar sayıldığı muhabbetler… Muhabbetsiz çay içmek demek sadece dörtte üçü su olan vücut kabına bir bardak daha su dökmek demektir. Tıpkı Muhammedsiz muhabbetin kelimeler denizinde harf harf boğulması gibi.
Bu cihetle çay içilen meclisleri çok rahat ikiye bölebilirim. Şaron’un çay vakitlerini kerih, Bush’un içtiği çayları ise talihsiz sıvılar olarak nitelendirebilirim. Ayyaş Rusların rafine edilmemiş kirli şekerlerini kerpetenle kırıp sonra da kıtlama yaparak içmelerini, doğu Anadolu da aynı tarzda çay tüketen ahbaplarımdan ayrı koordinatlarda değerlendirebilirim. Köpek kuaförleri, suşi dükkânları, barlar ve dövme salonları olan bir caddede sıradan bir çay ocağında mütevekkil yaşlılar görünce sevinçten ağlayabilirim. Bohemleri kokuşmuş sıvılara çeviren zaman mefhumunun; ehlisünnet vel cemaat kaygısı taşıyan her bireyi demleyerek geçtiğini düşünerek bir nebze rahatlayabilirim.
Ve hatta “tasavvuf geleneğinde zikirden sonra kalbi soğutmasın diye soğuk çay içilmez” kaidesince soğuyan çayımı tazeleyip; dine bidatlar yerleştirenlere inat bisküvi batırmadan, aç gözlülere inat tek şekerle, somurtup konuşmayanlara inat höpürdeterek, oburlara inat ince belli küçük bardakta ve tüm manevi değerleri paşa çayı gibi sevimsiz hale getirip sunanlara inat demini karar kılıp gönül rahatlığı ile içebilirim.
Dipnotlar
*dudak rengi
** dudak parlaklığı, ateşi
*** çaysız bir sohbet, aysız gece gibidir.
1 Cihan Aktaş,Genç Dergisi,sayı-3
2 Alev Alatlı, hatırla geçmişin geleceğindir,sf.142
3 A.g.e.sf.143.
Ayşegül Genç'ın Yazısı.