R’si ters durmuş yazının altında çekilen siyah-beyaz bir hatıra fotoğrafının içinde yer almak güzel olur gibi geliyor insana. Bizim içinde yer aldığımız hatıra ise gayet renkli ve kalabalık oldu. Fark etmedi, annemin tabiriyle yine de bir “İstanbul hatırası” oldu.

Misafirlerimizle Sultanahmet’e doğru yürüyorduk. Bu mevkilerde çantalara biraz daha dikkat edilmesi gerektiğini dillendirdim. Kaç dakika geçti bilmiyorum. Telefonuma bir bakayım, arayan soran var mı, diyerek elimi çantama uzattım. Telefonu koyduğum gözün fermuarı açıktı (e tabi, aldıktan sonra kapatmaya gerek duymadın) ve telefon yerinde yoktu.

Misafir arkadaşlarım kendilerini suçlu hissettiler. Onlara ‘kader işte’ dedim, ‘siz bilmeyeceksiniz de kim bilecek’ dedim. Dedim de dedim. Halbuki konuşmak zor geliyordu. Tamam, bir eşyamın benden (ç)alınmış olmasına çok çok üzüldüğüm söylenemez, misafirlerimizin karamsar isteklerine uyarak günün akışını da değiştirmedim. Fakat yine de insan elini uzattığında çaresiz kalınca kötü hissediyor.

Gidene eyvallah diyeceğiz de, götürülene ne demeli? “Bu da geçer ya Hu”? Tamam, peki. Sadece senden bir isteğim var –iyimser bir niyetle bu satırları okuduğunu düşünelim-. Eğer telefonumu satıp da parası ile gününü gün etmeyi düşünüyorsan bu defa farklı bir şey yap. En sevdiğin insanın yanına git ya da kendini en güvende, en huzurlu, en işe yarar hissettiğin yere. Annenin yanına, babanın mezarına. Çayır, çimen bir yere. Hayata dokunan, kalbine dokunan, sadece bu dünyada kalmayacak bir şeyler yap o gün. Çünkü o telefon benim için kıymetliydi. Eşya kısmı değil, mana kısmı. Yani ki o telefonu benden ödün-çaldığına değsin, teselli bulayım.


Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.