Akif Vezir- Hikmet Sami Ay

Hep iyiyi, güzeli tavsiye eden, sevgiden, dostluktan bahseden abiler ya da ablalar ararken kulağımıza bazı sesler geldi. Bu sesler radyodan gelen seslerdi. “Eli mikrofon tutan abiler” yani radyo programcıları böyle düştü gündemimize. Kısacası bir “eli silah tutan abiler” diye başladığımız yolculukta “eli mikrofon tutan abiler”e vardık.

Hırant Dink cinayeti Türkiye’yi sarsmaya devam ediyor. Olayla ilgili sis perdeleri hâla aralanmadı. Hadisenin “derin” bağlantıları olabildiğince kafa karıştırıcı bir şekilde ele alınmaya devam ediyor. Kafa karıştırıcı olmayan bir gerçek cinayeti işleyenin henüz on yedi yaşında bir genç olması. Dahası da var: Bu gencin menfur eyleme abilerinin teşvikiyle kalkışmasıydı. Hadiseye karışanlar konuştukça bağlantılar derinleşti. Derinleştikçe başka isimler gündeme taşındı ama ortak olan bir sıfat vardı ki bu isimlerin hepsinin abi ya da kardeş konumunda olmalarıydı. İyi abiler, kötü abiler, güzel abiler, çirkin abiler, sadece önerileri dinlenenler, silah verenler, emir verenler, aferin diyenler…

Sözlükte "Büyük erkek kardeş" ya da "Saygı ve sevgi göstermek üzere yaşça büyük olan erkeklere söylenen bir seslenme sözü" olarak geçiyor “abi” kelimesi. Abla da bayanlara ait olanı. Bu iki kelimenin bir de bize ait özel anlamları vardır muhakkak. Çünkü hepimizin abisi/ablası olmuştur, vardır ya da olacaktır. Aynı şekilde hepimiz abi/abla olmuşuzdur, oluyoruzdur, olacağızdır.

Abilerin ya da ablaların varlığı bir vakıa olarak orta yerde dururken biz “abi” ya da “abla” kavramını genel olarak ele almaktan daha ziyade özel bir alanı ile işleyelim istedik. Bir de kötü abilerin ya da ablaların ortalığı kasıp kavurduğu bir zamanda şu soruyu sorduk: Acaba iyiler de var mı? Hep iyiyi, güzeli tavsiye eden, sevgiden, dostluktan bahseden abiler ya da ablalar aradık. Kulağımızı açtık ve dinledik. Bazı sesler duyduk. Bu sesler radyodan gelen seslerdi. “Eli mikrofon tutan abiler” yani radyo programcıları biraz böyle düştü gündemimize. Kısacası bir eli silah tutan abilerden, eli mikrofon tutan abilere böyle vardık.

Bizi yalnızlığın soğuk kucağına bırakan modern çağ, bu yalnızlığın çözümünü de kendi içinde aramamızı fısıldıyor. Önce zehri üretiyor, sonra devayı gösteriyor. Ama deva diye gösterilenin çok da sadra şifa olmadığı biraz zaman sonra ortaya çıkıyor. Diğer türlü, iletişim teknolojisindeki tüm ilerlemelere rağmen yalnızlığımızın artmasını başka nasıl izah edeceğiz? Konuşmak, görüşmek, bilişmek ve de anlaşmak için eskisinden çok daha geniş imkanlara sahibiz ama bir o kadar da feci ve kahredici bir yalnızlığın girdabında salınıp duruyoruz. Bu noktada bize bir meleğin fısıltısı kadar yumuşak ve teskin edici sözler söyleyenleri bulduğumuzda nasıl davranıyoruz? Doç Dr. Kemal Sayar’ın dediği gibi:

“Düşünsenize, sadece ses ile kurulan bir iletişim, aslında dinleyici için bulunmaz bir fırsat. Çünkü dinleyici o sesi istediği gibi yorumlayabilir ve hayal edebilir. Kendisindeki eksik yanları o ses ile giderebilir. Ucu açık bir tasavvur imkanı var. Aynı duygu ve düşünceleri paylaşan, aynı müziklerden hoşlanan, aynı hedefe gittiğini düşünen bu insanlar radyo üzerinden cemaatçikler kuruyor.”

Radyo programcıları küçük cemaatçiklerin mütevazı abileri aslında. Genelde gece yarısına doğru dinleyicileriyle buluşuyorlar. Programlarında yoğun olarak romantizm, edebiyat ve felsefe var. Büyük genç kitlelerine ulaşıyorlar ve telefonla, internet yoluyla ya da mektupla süregiden bir diyalog ortamı oluşturuyorlar. Aslında medyada bugünlerde örneklerini sıkça gördüğümüz “eli silahlı abiler”e göre “güzel abiler” bunlar. Kardeşlikten, sevgiden ,dostluktan bahsediyorlar. En özel müzikleri seçiyorlar, en vurucu şiirleri okuyorlar. Tabiri caizse tam “bam teli”ne dokunuyorlar. Seviyorlar, seviliyorlar. Kimisi can kulağı ile dinliyor onları kimisi sanki kendi sesini duyuyor onlardan.

Peki neden radyoda aranıyor ki deva? Abiler ya da ablalar gerçek hayatta da yok mu? Şüphesiz var. Abilik ya da ablalık yapmaya hazır çok insan var. Ama bu tür “gerçek” ilişkiler, yalnızlaşan, yalnızlığı arttıkça da ürkekleşen, ürkekleştikçe güven kaybı yaşayan kırılgan kardeşler için fazla tehditkar. Sadece söze dayalı bir iletişim aracı olan radyo daha az savunma gerektiriyor. Daha az tehlikeli ve daha az bağlayıcı. Neredeyse tek yönlü bu ilişkiye istenilen anda müdahil olma, istenilen anda çıkıp gitme imkanı var. İşlenen konuya müdahale etme ve onu yönlendirme imkanı da… Bir de müzik tabii ki…

Müzikteki sırdan mı yoksa program sunucularının başarıları mı bilinmez, radyodaki program akışına kendini bırakan, program sunucularını kendine rol model alan büyük bir kitle var. Gece yarılarına kadar uyumayıp programlarını bekleyen dinleyicilerin gösterdikleri bu sadakate ancak şapka çıkarılır. Programcıları aslında dünya görüşü birbirinden farklı. Ama bazı asgari müştereklerin varlığı da –sevgi, dürüstlük, bilinçli bir naiflik, romantiklik, harbilik, yanlış yapmamak gibi- su götürmez. Hemen herkesin katılabileceği “ortak doğrulardan” hareket ederek dinleyiciyle doğal bir platformda aynı dünyayı paylaşabilmek: İşte programcıların sırrı bu...

Ferdi vurguların ön plana çıktığı bu programlar sadece birer radyo programı olarak kalmıyor. Örneğin Radyo 7’de Mavi Ada programını sunan Kahraman Tazeoğlu`nun bugüne kadar kırk bin kişiye doğrudan ulaştığını söylersek ne düşünürdünüz? Ayrıca ÜNKEP (Üniversiteler Arası Kültür ve Edebiyat Platformu) adında bir platform oluşturduğunu ve bu platformun Kuzey Kore`de devletin üst kademelerinde yankı bulduğunu öğrenmek radyoculuğun sadece aşk şarkıları çalıp dinleyiciyi memnun etmekten çok daha fazla işlevleri olduğunu göstermesi açısından ilginç.

Karizmatik bir lider, duygusal bağlar, sadakat vs. Gerçekten radyo dinleyicileri sanal cemaatçikler ve programcılar da yeni model mürşitler mi? Böyle bir şeyin olup olmadığını neden kendiniz denemiyorsunuz? Bir gece yarısı bir radyo kanalını açın ve bekleyin. Muhtemelen bir iki şarkıdan sonra gizemli ve etkileyici bir ses ile karşılaşacaksınız. Daha sonra telefon konuşmalarına dikkat kesilin. Herkes dilinin altında gizlidir sözünü düşünerek iyice bir anlamaya çalışın neler oluyor. Kim ne söylüyor, dinleyen nasıl mukabele ediyor? Ne alınıyor, ne veriliyor?

Dinleyin ve karar verin: Radyo cemaatçikleri ve radyo mürşitleri diye bir şey var mı, yok mu?


Kendine İyi Bak!

Kemal Sayar

O sesle MODA`DA bir çay bahçesinde karşılaştım. Gece oniki sularında, bir radyo yayınında... Hoparlörle bütün çay bahçesine verilen radyo yayınında,programı sunan çocuğa şöyle seslendi: ``Kendine iyi bak!`` Bunu öyle bir tonlamayla söyledi ki, hayatın bütün kırılganlığını, uçup gidiciliğini, bir genç kız kalbinin hüzne dair bütün açılımlarını o cümleye sığdırdı. Dondum kaldım.

O genç kız programı sunan o çocuğa “Kendine iyi bak!`` derken, bu üç kelimeye sakladığı cümleler hızla zihnime doldu: ``Kendine iyi bak; ben burada kendimi hiç de iyi hissetmiyorum, konuşmak için ancak seni bulabildim, sen beni dinledin veya dinler gibi yaptın, ama olsun, telefonda birisiyle yüzüm kızarmadan, ellerim titremeden konuşabildim, bana ayırdığın süre kısıtlı, ve şimdi gidiyorsun; kendine iyi bak ve ben üzgün; bu kırılgan kızı unutma...``

O kırılgan kızları çok yerde duyar, ama onlara dokunamazsınız. Zira onlar ancak sesleriyle vardırlar ve ancak radyo programlarında isbat-ı vücud ederler. Ürkek serçeler gibidirler; bir dalda fazla konaklayacak olsalar, başlarına bir kötülük geleceğinden korkarlar. O yüzden, hayatı küçük dokunuşlarla yaşar, hayatın sokaklarında gereğinden fazla kalmamaya özen gösterirler. Bazen onları çevreleyen bu koruyucu halenin içinden başlarını uzatmak ve konuşmak isterler. Nihayet onların da bir iç dünyaları vardır; ve anlaşılmayı arzularlar. O zaman bir ses usulca, etrafı hiç gürültü patırtıya vermeden sokulur radyo programına... Bir cümlede bütün hayat hikayesini ele verecek kadar cömert biçimde konuşur; konuşarak, ruhunun sızısına bir çare ara.

Bir de kırılgan oğlanlar vardır. Onların mesleği de, aşık olup aşkını söyleyememektir. Onlar William Blake`in şakirtleridirler: ``Ancak söylenemeyen aşk, aşktır!`` Onların aşk derdiyle başları hoştur; ve söyleyebilseler, konuşabilseler, aşk sanki buharlaşıverecek, büyü bozuluverecektir. Onların şifaları, ıstıraplarının ta kendisidir. Şiir okurlar, şiir yazarlar. Bu çocukların kalpleri iflah olmaz. Gittikleri her şehirde, vardıkları her sahilde, bir yürek sızısını da beraber taşırlar.

Ve kırılgan kadınlar vardır. Akşamları evleri kabus yerine dönen; merhamet ve inceliğin yerini tahakküm ve kabalığa bıraktığı evlerin kadınları... O evlerde çok gezdim. Onların dertleri o kadar gerçektir ki, radyo programları onların sızısını iyileştirmez. Onlar konuşacak, imdat isteyecek sahici insanlar ararlar. (Kemal Sayar, “Kendine İyi Bak”, s. 51-52, Karakalem Yay.)


Sayarsan Bereketi Kaçar Kardeşim!

Radyo Programcısı Tarık Tufan ile…

Konuşan: Asım Gültekin

1992 yılından veri radyoculuk yapıyorum ve bir kez olsun “sevgili dinleyicilerim” moduna girmedim desem yeri var. O mod şunu çağrıştırıyor; beni sizler var ettiniz, sağolun, bana sahip çıkın falan filan. Cıvık bir ağız yani. Sayarsan bereketi kaçar kardeşim. Ben bunu bilirim, bize böyle öğrettiler. Hiç saymadığım için de oldukça bereketli bir dinleyici var diye düşünüyorum.

Tarık Tufan`ı Marmara FM’de Düş Vakitleri programından, TV5`teki ve Haber 7`deki programından, Bugün gazetesinden, cemaat.com`daki yazılarından tanıyoruz, seviyoruz. Tarık Tufan için sadece radyocu diyemeyiz, DJ (dijey) hiç diyemeyiz. "İyi adamdır" deriz ama!

"Radyodan çıkan Beyaz Atlı Prens" muamelesi görünce ne yapıyorsunuz?

Beyaz Atlı Prens sendromu radyolarda çokça yaşanan bir durum. İnsanlar hayatın farklı alanlarına şahitlik etmedikleri kişileri ihtiyaçları oranında idealleştirip, sonra da beklentiye düşüyorlar. Sağlıklı iletişim ortamlarının olmadığı yerlerde ve zırlak romantizmin yerleştiği ortamlarda bu tip sendromlar da gelişme imkanı buluyor. Karşılaştığı her kurbağayı prens zannedip öpen kızlar var ortalıkta. Ancak prens çıkmadığı gibi bir süre sonra kurbağa fetişi kızlar çoğalıyor.

Dinleyicinin dürüst, ahlaklı ve çalışkan olanını mı seversiniz yoksa slulugöz romantik, duygusal, hayalperest olanını mı?

Sulugöz romantik, hayalperest, duygusal, ahlaklı, dürüst olursa ballı kaymak olur. Çalışkan olmasa da olur. Tembelleri de severim. Kapitalizme de inat olsun diye...

Japon dinleyicin oldu mu hiç?

Japonlara hep mesafeli davrandım hayatım boyunca. Yani ne bileyim hayatını çalışmakla geçiren ve metafizik gerilimi sadece belirli nesnelere yüklemiş bir halk. İçinde sevdiklerimiz vardır alınmasınlar ama ne bileyim iş hayatını böylesine “din” leştirmiş insanlar bana uzak geliyor. O yüzden japonlar da benim programıma ilgi duymadı.

Program esnasında seni azarlayan dinleyicin oldu mu?

Çok...gerçekten çok. Bu hakkı nereden buldular bilmiyorum ama sanırım karşılıklı bir vaziyet. Yani birbirimizi azarladığımız bir hayli olmuştur.

TV`de Deli Gömleği gibi bir program gerekiyor aslında sana? Şu on yıl önceki program...Ne dersin? Tvciler kasmak için özel çaba sarfediyor sanki?

Aslında içimde sürekli gezinen bir mizahi ruh var. Biraz baskı altında sanki. Sebebi de bu toplumun mizah olgusunu gerçek şekliyle anlamlandıramamış olması. Mizahı seviyorum. Mizahin muhalif damarı da acaip çekiyor beni. Ama bakkalla ilgili yapılan bir espriye bakkallar odasının toplanıp tepki vermesini anlayamıyorum mesela. Dünya yanıyor adamların umrunda değil lakin özel tepkileri doyasıya yapıyorlar. (Laf bakkallardan dışarı onları ayrıca seviyorum) Deli Gömleği Serkan Şafak’la yaptığımız bir programdı. Oldukça iyi bir dinleyici potansiyeli yakaladı o dönemde. Çok özlüyorum. Birçok taklidi de oldu zaman içinde. Bakarsın pazarlık şansının bize geçtiği bir dönemde masaya koyarız. Ama Serkan şimdi önemli bir avukat oldu ve mizah yapmayı düşünür mü bilmem. Düşünsene komik avukat inandırıcı olabilir mi. Gerçi sıkı bir şair aynı zamanda. Ben de melodramı çok severim. Gülmek ve gözyaşı yanyana. Evet anlaşılmaz ölçüde yanyana.

Kekeme Çocuklar Korosu, Ve sen kuş olur gidersin, Kraliçenin Pireleri... Zevkle, keyifle, isyanla, yer yer hüzünle okuduk. Şimdi hangi kitaplar var sırada? Roman, öykü, deneme?

Kitaplarım benim nefes aldığım mekanlar. Hayat yorunca, nefesim kesilince kaleme sarılıyorum yeniden. Böyle afilli şeyler söylemek lazım yazı hakkında. Edebiyatın İblis’e karşı, Cebrail’in yanında yer almak olduğunu Nuri Pakdil’den öğrendik ve önemsiyoruz. Yeni bir kitap var. Çok yakında tamamlanacak. İçinde ölüm fikrinin ve kırık bir aşkın kol gezdiği bir “roman havası” (edebiyatçılar kızmasın ama kendi tarzım ) bundan sonra bir de deneme kitabı olabilir. Önemli bulduğum bazı yazıları bir araya getirmek istiyorum.

Bazı radyocular dinleyicilerini sayıyorlarmış, sayaç mı takmışlar ne, siz saydınız mı, kaça kadar sayabildiniz?

1992 yılından veri radyoculuk yapıyorum ve bir kez olsun “sevgili dinleyicilerim” moduna girmedim desem yeri var. O mod şunu çağrıştırıyor; beni sizler varettiniz, sağolun, bana sahip çıkın falan filan. Cıvık bir ağız yani. Sayarsan bereketi kaçar kardeşim. Ben bunu bilirim, bize böyle öğrettiler. Hiç saymadığım için de oldukça bereketli bir dinleyici var diye düşünüyorum.

Programına konuk aldığın da oluyor, en kötü konuk nasıl bir konuk oluyor? (Tv, radyo)

Kötü konuk demeyelim. Şimdi kalkıp seni önemseyip, işini gücünü bırakıp da oralara kadar gelmiş. Bu konuk kötü olur mu? Zaten abuk subuk bir adamı da ben çağırmam. Yani kendimce ufak da olsa bir özelliğinden dolayı çağırmışımdır. Ama sorulan soruya kısacık cevap veren konuk canlı yayında zordur.

En yoğun tepki aldığın yer neresi, radyo, gazete, TV?

Şöyle söyleyeyim radyonun bir ortalaması oluştu zaten. TV daha geniş kitlelerin alışkanlığı. Dolayısıyla buradan daha fazla geri dönüşüm alabiliyorsun zaman zaman. Bu biraz da ne söylediğinle ilgili. Gazetede bir yazı yazıyorsun ve bir bakıyorsun ki acaip geri dönüş olmuş. “Ermeni meselesini Çarşı çözer” diye bir yazdım iki hafta önce. Enteresan tepkiler aldım.

Bir öğrenciniz Eksen dersanesinde tanımış sizi. Öğrenciliği boyunca yazarlığınızdan, radyoda, TV’de program yaptığınızdan haberleri dahi olmamış. Şöyle anlatıyor ilk tanışmasını: "Dersimiz felsefeymiş tabi benim haberim yok. Millet şık espiriler karşısında kırılıyor, bizatihi bendeniz. Yanımdaki arkadaşı dürtüyorum: "Abi bu ders öğrencilerin motivasyonunu geri getirmek için mi düzenleniyor, özel stand-up`çu mı tutmuşlar?" dedim. Yok, ders felsefe! dedi arkadaşım" Yine derslere girebiliyor musunuz?

Ne yazık ki artık derslere giremiyorum. Çok özlüyorum dersleri. Öğrencilerin gözlerinin içine bakarak konuşmak, anlatmak çok özel. Göz göze gelerek anlattığım tek yer sınıftı. Felsefenin ilginç sokaklarına girip şaşırtıcı sözlerin, insanların peşine düşmek güzel sahiden.

Çocukken ne olmak isterdin abi?

Çocukken mobilyacı olmak isterdim. Evimizde mobilya türünden bir eşya yoktu ve mobilyacıların dünyanın en önemli adamlarından olduklarını düşünürdüm.

Genç yazarlardan/aktivistlerden kimleri takdir ediyorsun? Şu adam kaliteli adam, ama bazı arkadaşlar farkına varamamış olabilir dediğin birileri var mı?

Ya şimdi gençlik sınırı nedir diye sormak lazım. Bu soruya yanıt verdikten hemen sonra keşke şunu da söyleseydim diye pişmanlıklar yaşayacağım. O yüzden buna bir şey söylemeyim. Ama iyi bulduğum arkadaşların ürünlerini programlarımda ve yazılarımda mutlaka anıyorum.

Bugünlerde bol bol mırıldandığın, diline takılmış bir şarkı filan var mı?

Nazan Öncel’in “Nazlı Ay” şarkısı bu aralar dilimde geziniyor.


Yalnızlaşmaya Sanal Çareler Arıyoruz

Modern dünyanın getirdikleriyle yalnızlaşan insan bu yalnızlığına giderecek başka çareler de aramaya başlamıştır. Bu amaçla sanal cemaatler diyebileceğimiz gruplar oluşuyor, sanal birliktelikler yaşanıyor. İnternet forumlarında yeni bir dünya oluşturuluyor ve geçici birliktelikler yaşanıyor. Radyoda da buna benzer bir paylaşım söz konusu.

1966 Ordu doğumlu Kemal Sayar, Hacettepe Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi’nde psikiyatri yüksek lisansı yaptı. 2000’de doçent olan Sayar halen Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hst. Hastanesi 13. Psikiyatri Kliniği şefliği ve Başhekim Yardımcılığı yapıyor. Yayınlanmış 17 kitabı var.

– Bu aralar abiler gündemde. Biz size radyodaki abileri sormak istiyoruz. Dinleyiciler ve radyo programcıları arasında kuvvetli bağlar oluşuyor. Hatta büyük kitleler radyo üzerinde cemaatleşiyor desek yeridir. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

– İnsanlar genelde kendilerini bir gruba, bir cemaate veya bir topluluğa ait hissetmek ister. Yalnızlıktan mümkün olduğunca kaçmaya çalışır. Kendisine topluluk içinde bir yer edinir. Kalabalıklar içinde bulunmak daha avantajlı görünür. Örneğin büyük şehirlerde hemşehricilik vardır. Neden? Çünkü birey, bu sayede hayata daha güçlü bağlanacağına inanır. İnsan kendisini bir gruba ait hissettiği anda kendi yalnızlığını ve güçsüzlüğünü giderdiğini düşünür. Bir cemiyetin içinde bulunmak insanın kendi özelliklerine artılar katması anlamına gelmektedir bir bakıma. Bu topluluklar ya da cemaatler çeşitli şekillerde olabilir. Örneğin aynı şehirden gelenler dernekler kurarlar, aynı ideolojiyi paylaşanlar parti kurarlar.

Lakin modern dünyanın getirdikleriyle daha da yalnızlaşan insan bu yalnızlığına giderecek başka çareler de aramaya başlamıştır. Bu amaçla sanal cemaatler diyebileceğimiz gruplar oluşuyor, sanal birliktelikler yaşanıyor. İnternet forumlarında yeni bir dünya oluşturuluyor ve geçici birliktelikler yaşanıyor.

Radyoda da buna benzer bir paylaşım söz konusu. Düşünsenize, sadece ses ile kurulan bir iletişim, aslında dinleyici için bulunmaz bir fırsat. Çünkü dinleyici o sesi istediği gibi yorumlayabilir ve hayal edebilir. Kendisindeki eksik yanları o ses ile giderebilir. Ucu açık bir tasavvur imkanı var. Aynı duygu ve düşünceleri paylaşan, aynı müziklerden hoşlanan, aynı hedefe gittiğini düşünen bu insanlar radyo üzerinden cemaatçikler kuruyor.

– Genelde gece programlarını takip eden bu gençleri böyle bir etkinliğe iten diğer sebepler nelerdir sizce?

– Modern dünyanın artıları bir yana, beraberinde getirdiği bir hayli olumsuzluk söz konusu. Sevilmemek ve istenmemek, terk edilmek, kabul görmemek, arkadaşsız kalmak, dışlanmak, diğerlerinin gözünde az bir değere sahip olmak, takdir edilmemek, diğerlerine ve kendine çekici görünmemek, statü kaybetmek ya da daha düşük bir statüye zorlanmak genç bireyleri sadece ses ile kurulan bir iletişime yönlendiriyor. Eksik kalan yanlarını gece yarılarındaki programlarda buluyorlar.

– Radyo ile kurulan bu bağlar sizce gerçekten çok sıkı mı?

– Bana kalırsa gerçek dostluk çok daha başka bir şey. Yani sadece radyo üzerinden kurulan böyle bir bağ, çok da gerçekçi sayılmaz. Çünkü gerçek dostluk birçok şeyi birlikte paylaşmayı gerektirir. Acıyı, mutluluğu, kederi, sevinci birlikte yaşamak gerek. Bu yüzden, sadece sesini duyduğunuz bir insan ile kurulan dostluklar güzel olmakla birlikte pek de sağlam bir zemine oturmayan dostluklardır.

– Radyo programcıları rol model olarak alınıyor. Bunu neyle açıklayacağız?

– Genç birey radyo üzerinden, kendisine rol model aldığı şahıslarla kendi dünyasını zenginleştirdiğine inanıyor. Kimlik bunalımının had safhaya çıktığı ergenlik dönemi, kişilerin bir takım yeni arayışlara yönlenmesinde etkili oluyor. 13-18 yaşı arasında herkeste bir örnek insan arayışı baş gösterir. Bu doğal bir gelişmedir. Çünkü genç hayata karşı çok tecrübeli değildir ve bu yüzden kendisini güçlü ve kanaat önderi diyebileceğimiz insanlarla, yani abiler ya da ablalarla bu zayıf yanını mümkün olduğunca azaltmaya çalışır. İşte bu noktada seçimler çok önemli. İyi ve güzel örnekler iyi ve güzele yöneltir insanı. Kötü örnekler kötü sonuçlar doğurur.

– Bir de abiler, ablalar meselesi var. Bu bir vakıa değil mi?

– Hepimizin abileri olmuştur ve oluyordur da. Bu noktada bir sorun yok. Yalnız bir tarafta iyi abiler diğer tarafta kötü abiler bulunmaktadır. Bir genç ne kadar çok iyi abi ile tanışır ve beraber olursa bu o kadar iyidir. Çünkü iyi bir abi, bir genç için güzel ve hayırlı bir örnektir. Kötü abiler ise büyük sorunlara yol açabilmektedir. Kötü abilerin yönlendirmesiyle cinayete kadar varan korkunç hadiseler yaşanabilmektedir. Bu noktada anne babalara çok büyük mesuliyet düşüyor. Kimlerle görüştüğüne, kimlerle dostluk yaptıklarına dikkat etmek gerekiyor. Aksi takdirde günümüz dünyasında neler olabileceğini tahmin etmek zor değil.


Kötü Modellere Değil Onları Seçenlere Kızıyorum

Önüne konulan mikrofonu kendi menfaati için kullananlar daha fazla. Bu modeller hep vardı ve hep var olacak. Ve biz bugün çok seslilik diyorsak onlar olmak zorunda. Onlar da sorun yok aslında. Ben seçenlere kızarım. Onları eleştiririm.

Kahraman Tazeoğlu, 1993 yılından beri radyoculuk yapıyor. Halen Radyo7`de “Mavi Ada”adlı programı sunuyor. Radyoculuğun yanı sıra edebiyatla da iç içe: Seni İçimden Terk Ediyorum (şiir), Ölü Bir Kentin Morg Alfabesi (şiir), Mavi Ada Mektupları (Mektup), Tutsak Mektuplar (Mektup), Araz (Roman) şimdiye kadar yayınlanan kitapları. Radyoculuk ve edebiyat dışında çok aktif bir sosyal hayatı var. Pek çok sosyal organizasyonda onun imzası var.

– Dinleyicilerinizle radyo programı dışındaki ilişkileriniz nasıl?

– 2000 yılında Radyo7`ye başladığımda hedef kitlemi de belirledim ve daha sonra Anadolu turnelerini başlattım. Anadolu`ya gidiyordum, bir salon tutuyorduk. O salonda konferanslar veriyorduk, şiirler okuyorduk... Ve birebir beni dinleyen insanları orada görüyordum. En çok dikkatimi çeken şeyse; beni çoğunlukla üniversite öğrencilerinin dinlemesiydi. Hemen bir fikir oluştu kafamda. Dedim ki kendi kendime “üniversiteli arkadaşları bir araya getirebilmek için bir platform olmalı”. İstanbul`a döndüğümde yayına girdim ve o gece bir anons yaptım. Tabii kafamda da kurmuştum yol boyunca. Kısa adı ÜNKEP olacaktı. Yani “Üniversiteler Arası Kültür Edebiyat Platformu”. Yayına girdim. Tek bir anonsumla 72 üniversite ve 40 bin üye bir araya geldi. Bu, Türkiye`de bir radyo programcısının gerçekleştirmiş olduğu bir ilkti. Yıl 2003. Üç yıldır beni dinleyen insanlardı bu insanlar. Hepsini bir araya getirdim. Hemen üniversitelerde temsilcilikler ve kulüpler kuruldu. Önümüze çok da engel kondu tabii. Radyo7 öncülüğünde olduğu için hemen irticacı gözüyle bakıldı. Birçok üniversitede genç arkadaşların kulüp kurmasına izin verilmedi. Başka adlarla kuruldu bu kulüpler. “İsminizin sonu -p- harfiyle bitiyor. Bu da parti çağrışımı yapıyor. O yüzden kulüp kuramazsınız” gibi engellemeler karşımıza çıkarıldı. Ama biz bunları bir şekilde aştık. Hatta ülke sınırlarını da aştı bizim bu platformumuzun gücü. Rusya`dan Balkanlara; Avrupa ülkelerinden Amerika`ya kadar hatta Ortadoğu... Birçok üniversite ve o üniversitelerde okuyan Türk öğrenciler platforma katıldı. İnsanlara hizmet etmek için bir şeyler yapmak gayesiyle yola çıktık. Ve birçok gizli kalmış etkinlik yaptık Türkiye`de.

– Mesela?

– Mesela her üniversite kendi çapında; ünlü fikir adamlarını, şairleri, yazarları bir araya getirerek, konferanslar, paneller ve dinletiler düzenledi. Her üniversitede müzik ve tiyatro grupları kuruldu. Bunlar üniversiteler arasında turnelere başladılar. Bir kere her ÜNKEP`li kendi konusuyla ilgili, maddi durumu iyi olmayan çocuklara ders vermekle yükümlüydü. Kütüphanesi olmayan okullara kütüphane yaptık; kitap toplama kampanyalarıyla. Ramazan aylarında fakir aileleri tespit edip gece gizlice kapılarına kumanya bıraktık. Bu kumanyaları arkadaşlarımız, öğrencilerimiz -yaptığımız her şeyde olduğu gibi- kendi harçlıklarından, kendi ceplerinden paralar koyarak yaptılar. Biz bu faaliyetlere devam ederken çok ilginç bir gelişme oldu: Birden bire Kuzey Kore`den bir telefon geldi. Kuzey Kore Enformasyon Bakanı beni aradı. Orada da Türk öğrenciler varmış. Onlar da faaliyetteymiş. Bu duyulmuş. Ve adamlar şunu merak etmiş: “Siz sağcısıyla solcusuyla farklı görüşlere sahip bir sürü insanı nasıl toplayıp bir araya getirdiniz? Bu adamlar nasıl birlikte çalışıyorlar? Nasıl bir iç düzen var? Gelin bunu bize anlatın ekibinizle birlikte. Ve bunu radyoda nasıl yapıyorsunuz? Bir radyocu bunu nasıl başarabilir?..” gibi sorularla bizi ülkelerine davet ettiler.

– ÜNKEP şu an ne yapıyor?

– ÜNKEP artık faal değil. Biz bu ülke için çok güzel şeyler yaptık. Ve sonlara doğru şunu gördüm; artık çok büyüdük. Tek başımayım. Birçok şey kontrolümden çıktı. Ve ÜNKEP kendi kendini bitirmeden, ben bitireyim dedim ve ÜNKEP`i bitirdim. Yani biz misyonumuzu tamamladık. Çok güzel şeyler yaptık. Yani keskin bir sirkeydik ve küpümüze zarar vermeden kendimizi bitirdik.

– Dinleyicilerinizle nasıl bir iletişim içerisindesiniz? Sizin kişiliğinize, karakterinize hayran olan, yaptıklarınızı yapan insanlar var mı?

– Tabii ki... Mesela benim kuşağımda yayınlanan reklamları, o kuşak benim olduğu için firmanın o kuşağa verdiğini düşünen ve bu yüzden o firmaların ürünlerini tercih eden insanlar var. Ya da ben bir kitabı önermişsem yayınımda "Adalılar bunu alın. Bu okunması gereken bir kitap." demişsem birden bire o kitabın tirajının arttığını görüyorum. Böyle bir hayran kitlesi var. Ne dersen yapıyorlar. "Bu kitabı okuyalım arkadaşlar!" O kitap okunuyor. "Bu dergiyi okuyalım arkadaşlar!" O dergi okunuyor. Ve geri dönüşümleri de çok güzel. "Abi önerdiğin kitapları, şairleri, yazarları okudum. Okurken senin anlattıklarını düşündüm. Bunları almaya ve algılamaya çalıştım. Bende şu şu etkiyi oluşturdu..." gibi geri dönüşümler alıyorum.

– Bir insanı, bir diğerinin söylediklerini birebir yapmaya iten, ona o kadar hayran olmaya iten sebepler sizce nedir?

– Öyle bir toplum haline geldik ki... Toplum; ne verirseniz onu alıyor. Siz bunu iyiye de kullanabilirsiniz kötüye de. Tıpkı bizim önümüze konulan mikrofon gibi... İçimizdeki boşluklar çok fazla. İnsanlar içindeki boşluğu dolduran bir şeyi yakalıyor sizde. Ve daha da önemlisi kendinden bir şey buluyor. Kendinden bir şey bulmuşsa ve siz onun içindeki boşluğu doldurmuşsanız işte o sizin gerçek takipçiniz oluyor. Siz yeter ki ne yaptığınızı bilin, duruşunuzda samimi olun.

– Bu boşluklar yahut insanların sizin şahsınızda kendilerinde buldukları şeyler ne olabilir?

– Birincisi insanın kendi yalnızlığı. Çünkü biz toplum olarak artık kalabalıklar içinde yalnızlaşmaya başladık. Bunun bunalımını yaşıyoruz. Yaşantımıza da bir şekilde yansıyor bu bunalımlar. Maskeler o kadar çok olmaya başladı ki birden çok maske kullanmaya başladı insanlar. Hal böyle olunca sizin kullandığınız maskeler gibi karşınızdaki insanların da maskeler kullandığını düşünmeye başlıyorsunuz. Ve bu sizi iyice yalnızlaştırıyor. İçinizdeki boşluk büyüyor. Bu boşlukları dolduracak argümanlar kültür dediğimiz olgunun içinde var. Fakat kullanmıyoruz. Birilerinin bize yol göstermesini bekliyoruz. Güdülmek istiyoruz aslında. Bir önder olsun, bir lider olsun biz onun peşinden gidelim. O bize yol göstersin. Tembellik de var bu işin içinde. Tam bütün bunları yaşarken bir bakıyorsunuz bir lider orada. Size yakın, sizin gibi düşünüyor. Size de samimi geliyor. Hemen peşinden gidiveriyorsunuz.

– Bu güce ve imkana sahip başka insanlar da var. Ama onlar bunu daha farklı amaçlar için kullanabiliyorlar. Onlar için ne düşünüyorsunuz?

– O kadar çok örnek var ki... Maalesef önüne konulan mikrofonu kendi menfaati için kullananlar daha fazla. Bu modeller hep vardı ve hep var olacak. Ve biz bugün çok seslilik diyorsak onlar olmak zorunda. Onlar da sorun yok aslında. Ben seçenlere kızarım. Onları eleştiririm.

– Seçenlere öneriniz nedir peki? Neyi nasıl seçsinler?

– Gençlerin kafası çok karışık. Adeta gençler bombardımana uğruyor. Neyi takip edecek, neyin peşinden gidecek bilemiyor. Çünkü bütün bunlar o kadar hızlı bir biçimde sunuluyor ki zaten aslında bunun sunulma nedeni de kafa karıştırmak. Çünkü kafası karışık birini çok kolay etkilersiniz. Ve kendi safınıza çok kolay çekersiniz. Kendi cenahınıza çekip, sahiplenir, sonra kullanıp atarsınız. Gençlerin seçimlerinde çok dikkatli davranmaları gerekiyor. Ama bunu yapabilmeleri için de önce bu bilince sahip olmaları gerekiyor.

– Gençleri kullanmak isteyenlerden söz ettiniz. Kimlerdir o kullanmak isteyenler?

– Öncelikle bunu ideolojiler çok yapıyor. Hemen ardından da medya çok fazla yapıyor. İkisinin de farklı emelleri var. Medya sömürmek için yapıyor. Bakıyorsunuz "şimdiki gençler -modayı onlar oluşturuyor ya- şunları giyiyor. Moda bu." diyor. Ama bir bakıyorsunuz o materyali onu diyen üretiyor. Satacak, sömürecek. Ya da üretenlerle yakın ilişkileri var. İdeolojik anlamda da birilerini, farklı düşüncelere sahip birilerini o gence düşman edersem, kendi ideolojime onu daha rahat alırım ve o ideoloji içerisinde onu daha rahat kullanırım zihniyeti ile yaklaşıyor. Sağcıysa solcuya düşman ediyor, solcuysa sağcıya düşman ediyor. Yani hazır potansiyel gençlerde varken her türlü kafası karıştırılmışken hemen onları almak istiyor. Çünkü genç bir nüfusa sahibiz. İnanılmaz bir potansiyel var. Partiler bile bunu kullanıyor. Seçme seçilme yaşını aşağıya çekmenin altında yatan gerçek de budur aslında. Orada çok kullanılmaya müsait bir potansiyel var.

– Teşekkür ederiz...


GENÇ'ın Yazısı.