Abdullah Şehid Huca

Sessiz çoğunluk olmayı sürdüreceksek eğer, sesimizin alabildiğine gür olduğu bir zamanda; bu deveyi güdemeyeceksek bu diyarda; kalkıp gidelim buradan. Gidelim, şahit yazmasınlar en azından.

Biraz ses… Hepsi bu. Vurmadan, kırmadan, hatta muhatap bile olmadan sağlanmış bir üstünlük; mahalle baskısı. Musab b. Umeyr (r.a) Medine’de insanlara İslamiyeti anlatırken olaylı bir şekilde Müslüman olan Sa’d b. Muaz’ın (r.a), reisi olduğu Beni Eşheloğulları kabilesine “Ben Müslümanlıkla şereflendim. Sizi de Allah’a ve Rasulüne iman etmeye davet ediyorum. Eğer iman etmezseniz, sizin hiç birinizle konuşmayacağım ve görüşmeyeceğim.” diyerek uyguladığı ve akşama kadar bütün bir kabilenin Müslüman olmasını sağlayan baskı. İnsanları dine davet ederken sahip olduğu kabile reisliği gücünü sonuna kadar kullanan Sa’d b. Muaz’ın (r.a) yaptığı gibi sahip olunan güç her neyse onu kullanarak oluşturulmuş bir ahlak yasası, çiğnenemez bir toplum düzeni; mahalle baskısı.

Bu ülkede mahalle baskısını yıllardır hep “başkaları” kurdu. Harf devrimiyle bir gecede ülkenin alim tabakasını bir anda cahil bırakanlar da, “sanığın idamına, akabinde yargılanmasına” karar verenler de, on sekiz yıl boyunca ezanı yasaklayıp kulaklarımıza pas tutturanlar da, “bir sağdan, bir soldan adam vurup” halk adına ‘irticaya son vermek ve ülkede sükûnu sağlamak için’ yönetime el koyanlar da hep aynı “başkaları”ydı.

En son 28 Şubat ve sonrasında yedik biz bu baskıyı. Öyle bir baskı ki, sokaklarda tanklar yürütülüp adeta İslamî çalışmaların köküne kibrit suyu dökmeye yemin edildi. Devletin yaptıklarından daha ziyade devleti arkasına alan malum “başkaları”nın yaptıkları sindirdi bizi. İnsanlar Müslüman olduğunu söylemeye korkar oldu bir dönem, herbirinde bir medeniyet inşa ettiğimiz sohbetlerimiz devleti yıkma çalışmaları olarak görüldü. Ve çoğu zaman devletin müdahele etmesine gerek bile kalmadan, ‘doğru ve tarafsız haber yapan’ medya kartelleriyle, ‘çağdaş’ eğitim kurumlarıyla, ‘hür düşünceli’ sanat camiasıyla “başkaları”nın zihniyetiyle donanmış “aydın vatandaş” kitlesi bindi tepesine Müslümanların, ve tabi bir de bütün bunlardan gözü yılmış diğer Müslümanlar bindi… Kendi korkumuzu ve ezikliğimizi kendi ellerimizle inşa ettik yani. Mesela iş yerinde namaz kılmak kanunen yasak mıydı? Hayır. Peki, kılan kişi işinde çalışmaya devam edebilir miydi? Yine hayır. Akademisyenlik için pantolon dizinde namaz izinin olup olmadığına bakıldı örneğin, rütbe yükseltmek için hanımının başının açık olup olmadığına da…

Şimdi devir değişti dedik. Dedik de, devirle birlikte Müslümanlardan da değişenler oldu sanki. Kendilerini sevimli göstermek adına “şarabın tadından başka her şeyini bilirim” dedi birileri. Liberal liberal cümleler kurup “kimse kimseye karışmaz” dedik, hatta “benim ibadetime karışmadıkça kim ne yaparsa yapsın” diyerek İslam’ın tanımadığı özgürlüğü, sempati ve hoşgörü puanları toplamak için “başkaları”na tanıyanlar bile oldu. Hasılı; ya ruhumuz kurtulamadı eziklikten ya da ne yapmamız gerektiğini bilemedik. Oysa elçilerin efendisi Peygamber aleyhisselamın buyurduğu gibi yapılacak şey belliydi: “Sizden biriniz bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, diliyle engel olmaya çalışsın. Bu da mümkün olmazsa kalben o yapılandan nefret etsin. Bu sonuncusu imanın en zayıf derecesidir.”

Karar verelim, bu mahallenin abisi kim? Bizsek, işimize bakalım. Değilsek de şimdiden söyleyin ama; geniş meydanlara devasa kalabalıklar toplandı, Misak-ı Milli sınırlarındakilerle değil de Müslüman’ım diyen bütün bir dünya coğrafyasıyla dertlenmeye başlanıldı, haramlar peyderpey zorlaştı ve Müslümanların işi kolaylaştı diye hemen havalara girip de rezil olmayalım sonra. Mahalle abiliğine soyunalım derken mahalleden kovulmanın alemi yok çünkü. Ama bu mahalle bizim, hep bizimdi de biz küçüktük, abilik başkalarına kalmıştı. Büyümedik mi? Büyüdük bence, bu mahalle bizden sorulur, bizden sorulmalı artık.

Gereken tek şey bu, evet, biraz mahalle baskısı. Kanunları vicdanlarda olan ve çiğnenebilirliği mümkün olmayan bir baskı. “Kanunen yasak değil ama utanmıyorsan hele bir yap, sıkıyorsa bir yap” hükmünde bir baskı. Ramazan’da oruç tutmasalar da insanların açıktan oruç yememelerini, kapalı kapılar ardında ne yaptıklarıyla ilgilenmeksizin sokakta ahlaksızlığa izin verilmemesini, alış verişte müşteriyi aldatana pabucunun dama atılma korkusunu yaşatacak ve “bize ne, tadımızı bozmayalım şimdi” diyerek, kötülüğü engellemeye çalışan Müslümanlara köstek olan Müslümanları uyandıracak bir baskı. Haramın açıktan işlenmesini durduracak ve işlediği şenaatleri uluorta övünerek anlatan kötüyü susturacak türden yani…

Eğer; reklam panolarının ahlaksızlığına, bankaların faizine, sokaklarda edep sınırlarının çok üstünde kendini teşhir edip de kınayıcı hareketlere maruz kalmak yerine şehevi iltifatlara mazhar olanlara, hâlâ laik bir zihniyetle yapılan milli eğitim müfredatlarına, batılı dudakların haykırdığı sözümona eşitlik ve özgürlük tantanalarına, seksen küsur yıldır iliğimizi kurutan sayısı az ama sesi çok olan o malum “başkaları”na, peygambere sövmenin ifade özgürlüğü, İslamî bir düzen istemeninse bölücülük kabul edildiği mahkeme salonlarına… Ve daha nicelerine isyan edemeyeceksek ve sessiz çoğunluk olmayı sürdüreceksek eğer, sesimizin alabildiğine gür olduğu bir zamanda; bu deveyi güdemeyeceksek bu diyarda; kalkıp gidelim buradan. Gidelim, şahit yazmasınlar en azından.


GENÇ'ın Yazısı.