Lokma için bir Lokman rehin oldu

Şimdi Lokman’ın sırası; ey lokma sen çekil!

Hz. Mevlânâ

XVI. yüzyılda kahvenin İstanbul’a gelişi, bizde bazı değişimler meydana getirmiş. Kahve kısa sürede sosyal hayatın ve kültürün ayrılmaz bir parçası olmuş. Sabah erken saatte kahve içme alışkanlığı, kahvenin altına bir şeyler yeme ihtiyacını doğurmuş. Tabii tam bir öğün değil bu. İnsanı tutacak birkaç lokma sadece. Zira günlük hayatta iki öğün yemek var: Kuşluk vakti yenen sabah yemeği ile akşam yemeği...

Kendi olmayanın adı olur mu? Daha sonraları Batı kültürünün memlekette hüküm ferma olmasıyla, kahvenin altına atıştırılan o birkaç lokma, bir öğüne dönüşmüş, adı da kahvaltıya... Olmuş üç öğün: Sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği.

Hz. Musa’nın (a.s) ilim ve hikmet için çıktığı yolculuğunda yaverine söylediği söz bu bakımdan bana çok anlamlı gelir. Hz. Musa ile Hz. Yuşa, Hızır’ı aramaya çıkmışlar. Sabah erken yola düşmüş, bir vakte kadar yürümüşler. Nihayet Hz. Musa acıkmış ve yaverine: “Kuşluk yemeğimizi çıkar, doğrusu bu yolculuk bizi bir hayli yordu/acıktırdı!” demiş. (Kehf, 62) Arapça “ğadâ’” kelimesi modern dönemde anlam kaymasına uğramış, öğle yemeği olmuş. Hâlbuki kadim lügatler ve tefsirler, bundan kuşluk vakti yenen yemek olarak söz ederler. (İbn Kuteybe, Garibü’l-Hadîs, I, 348; Tefsiru’l-Celâleyn)

Peygamberimizin hadislerine ve İslâmî eserlere bakıldığında da, eskiden beri iki öğün yemek yendiğinin izleri görülür. Mesela Efendimizin (s.a) kuşluk vakti Hz. Ayşe’ye (r.a) gelip yiyecek bir şeyin olup olmadığını sorduğu, yoksa oruca niyetlendiği rivayet edilir. (Müslim, Sıyâm, 170) Yine mesela zaruret gereği, murdar bir hayvandan yemesi gereken kimseye, sabah ve akşam öğünleri olmak üzere iki öğün yeme ruhsatı verilmiştir. (İbn Esîr, en-Nihâye, III, 83)

Aslında kadim kültürlerin hepsinde iki öğün yemek var. Sağlık açısından doğru olanın da bu olduğu söylenir. Üçüncü öğün hastalığa davetiye çıkarmaktan başka bir şey değil! Sadece hamallık!

Benim çocukluğumda da yemek iki öğün yenirdi. Sabah erken, yemek telaşına düşülmeksizin işe gidilir, kuşluk vaktine kadar çalışılır; acıkan ve yorulan o bedenlere kupkuru ekmek bile, Havarilerin sofrası gibi gelirdi.

Bir öğün deyip geçmemeli! Bir öğün dünyaya bakışımızı değiştirebiliyor! Mesela insanlar acıkmadan yemek zorunda kalıyorlar. Hâlbuki bu, hıfz-ı sıhhaya aykırı olduğu gibi insan fıtratına ve sünnet-i seniyeye de aykırı! İmam Gazzâlî’nin dediği gibi, fazla acıkmadan yememelidir; yemekten önceki en güzel sünnet acıkmadıkça yememektir. Zira acıkmadan yemek hoş görülmemiştir ve mekruhtur. (Kimyây-ı Saâdet, s. 179) Nitekim bir rivayete göre, asr-ı saâdette Mukavkıs Medine’ye bir tabip göndermiş. Allah Rasûlü, “Ailenin yanına dön, biz acıkmadıkça yemeyen, yiyince de aşırı gitmeyen bir milletiz (bu sebeple hastalık nedir bilmeyiz)” buyurmuştur. (es-Sîretü’l-Halebiyye, III, 352)

Konunun diğer bir boyutu da aşırı yemek… Yeme içme konusundaki en büyük zaaflarımızdan biri. Hatta bu konudaki ayet bile -meallerimizdeki yanlış tercümeden kaynaklanıyor olmalıdır- anlam kayması yaşamış. Sofra dualarımızı da tezyin eden “Ve külû ve’şrabû velâ tüsrifû…” (A’raf, 31) ayetine genellikle, “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz…” anlamı verilir. Hâlbuki bu ibarenin Türkçedeki “israf”la en küçük bir alakası yok. İsrâf Arapçada “haddi aşmak, aşırıya kaçmak” anlamındadır ki, buna göre ayetin anlamı, “Yeme içme konusunda aşırıya kaçmayın” demektir. (Tefsîru’l Kurtubî, VII, 192-195)

Bu ayetin tefsirinde şöyle bir hikâye de nakledilir: “Harun Reşid’in hazık bir Hıristiyan hekimi vardı. Bu hekim Ali b. Hüseyin’e, sizin kitabınızda tıbba dair bir şey yok, dedi. Hâlbuki ilim iki çeşittir: Din ilmi ve beden ilmi. Ali b. Hüseyin ona, Allah tıbbın hepsini kitabımızdaki bir ayetin yarısında toplamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Yiyin için fakat aşırıya kaçmayın!’ Hekim, peki Peygamberinizden bir şey nakledilmiş mi, diye sorunca o, Allah Rasûlü de tıbbı birkaç kelimeyle özetlemiştir: ‘Mide hastalıkların yuvasıdır. Perhiz, bütün hastalıkların ilacıdır. Her bir vücuda ihtiyacı kadarını ver!’ Hıristiyan bunun üzerine, Kitabınız ve Peygamberiniz Calinûs’a bir şey bırakmamış, demiştir.

Diğer bir hadis aslında başka söze ihtiyaç bırakmıyor: “İnsan midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki insana kendini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Ama bir kimsenin illa yemesi gerekiyorsa; midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefese ayırsın.” (Tirmizî, Zühd, 47) Yani üçte birlik yemek oranı azami ölçü… Gençler, ağır işte çalışanlar, yemeğe karşı zaafı olanlar için… Yoksa birkaç lokma yetiyor insana. Fazlası ayette ifadesini bulan aşırıya kaçmaktır.

İbn Abbas (r.a), kendilerine ruhsat verilenler için sabah ve akşam olmak üzere, Ramazan ayı dışında iki öğün; Azimet sahipleri için, yani ilim, hikmet, irfan, zühd ve takva ehli için ise tek öğün yeterlidir, buyuruyor. Birinci grup için iki öğünden fazlası, ikinci grup için ise tek öğünden fazlası, haddi aşmak, aşırıya kaçmak ve hayvanların niteliklerine eğilim duymaktır. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 154, 155) Nitekim ayette, düşünmeyen, ibret almayan, hakikati duymayan, görmeyen inkârcılar, hayvanların yediği gibi yemekle nitelendirilmişlerdir. (Muhammed, 12) Allah korusun!

Evet, ilme talip olan, hikmet arayışında olan insana birkaç lokma yeter. Lokman olmak için, hikmete ermek için, lokmadan uzak kalmak gerektir. İnsan topraktandır. Toprağın ürünlerini aşırı derecede tükettikçe toprak olur insan. Toprağa, dünyaya, maddeye bağımlılığı artar. Gözü dünyadan başkasını görmez. İbn Arabî’nin dediği gibi, insan dediğin sadece topraktan değil, göklerden beslenmeyi de bilmeli. Toprağa bağımlılığını azaltıp, öteleri görmeli. Ağırlıklarını atıp yükseklerde kanat çırpmalı. Hz. Mevlânâ şöyle diyor: “Toprak yeme, toprak satın alma, toprağı arama. Çünkü toprak yiyenin yüzü daima sapsarıdır. Gönül ye de daima genç kal. Benzin, tecelliden erguvana dönsün!”

Mesnevî niçin kıymetlidir? Niçin gönle şifa, ruha gıda verir? Çünkü bu kitap, lokmanın kovulması sonucu hikmet pınarlarının fışkırmasıyla kaleme dökülmüştür. Hz. Mevlânâ lokmayı olabildiğince azaltmış, Lokman olmuştur. Nitekim o, diyor ki: “Dün gece engin manalar bize başka türlü zuhur etmişti, ancak boğazımıza birkaç lokma girdi, hikmetin kapısını kapadı. Lokma girdi, Lokman’ı bırakmadı ki gelsin. Lokman zamanıdır. Ey lokma sen git artık!”

Hikmet sahipleri bu sebeple ısrarla “açlık” derler, “az yemek” derler. Riyazete önem verir, çileye girerler… Karnı tok insanın gönlüne hikmet giremez, akıl kendine yol bulamaz zira. Tok acın halini ne bilir. Sürekli tok gezen insanın yüreği taşlaşır, katılaşır. Yunus’un dediği gibi, taş yürekte de ne biter, dilinde ağu tüter…

Saf bir zihin, güçlü bir hafıza, sağlıklı bir beden, şefkat, merhamet ve hikmet dolu bir gönül için az yemeli. Açlığın lezzetini duymalı insan. Gerçekten o lezzeti bir tadabilsek; az yemekten, aç gezmekten, yemek yemekten daha çok zevk alır hâle geliriz. Ramazanın sonuna doğru yaşamaz mıyız zaten bu duyguyu?

İşte yine mübarek Ramazan-ı şerifin gölgesi üstümüzde… Hikmet ve marifet pınarlarına ulaşmak, onlardan kana kana içmek için güzel bir fırsat. Sahur ve iftarlarda ölçüyü kaçırmamak yeterli... Ramazanın sonuna doğru, kadir gecesinde meleklerin selamına erişecek bir manevi mertebeye ulaşmak mümkün.

Lokmaların kurbanı olmazsak, Lokman kapıda...


Mesut Kaya'ın Yazısı.