Onur Alkan bize seksen öncesinin temel kavramlarından ikisi ile ilgili bir yazısını göndermiş. Onur’a okumalarında daha gayretli olmasını öneririz. Kelime ve kavramları ciddiye almak zorundayız.

Sağ ve sol kavramlarını tahlil edeceksek bunu en ciddi, en doğru şekilde tahlil etmeliyiz.

Aksi takdirde “her şeyi hafife alan yaklaşımlara” kapılındığını düşünmek durumunda kalırım.

Gençliğe tapmak yok!

Evet, kendimizi tapınılası, dokunulmazlığı olan birileri gibi göstermeye gerek yok. Çok zayıflatıcı bir şey bu. Bugüne kadar feminizmle bu oyuna tav olan kadınlar gördük ne yazık ki, gençler de bu yoldan gidecek sanırım. “Ben gencim, ben de tüketebilirim. Ben de bireyim. Genç olduğum sürece bazı şeyler benim için normal görülmelidir.” gibi afili laflarla bu dolduruluşa getiriliyor gençlik. Ama biz buna tav olan bir genç olmamalıyız. Neden çünkü biz zekiyiz!

“Genciz, bazı şeylere hakkımız var!” söylemi bizi eğer hep günahın, kötünün içine çekiyorsa istemiyorum o cesareti ben!

Şunu da hem Onur’a hem de tüm okurlarımıza söylemeliyim. Aman ihmal etmeyiniz! Eğer yazma işine meraklıysanız, bu işe kafayı taktıysanız mutlaka ve mutlaka edebiyat dergileri izlemeniz lazım. Fayrap’ın, Dergah’ın, Yediiklim’in, Hece’nin, Merdiven Şiir’in, Kırknar’ın adını bile duymadıysanız bu iş olmaz!

Mevlana Gök bir denemesini göndermiş. Mevlana’ya tavsiyemiz yazmaya devam etmesi olacak.

Yazarken kimileri çok genel şeylerden bahsederler. Sanki bir özne yazmamış gibi o yazıyı, bir havaya bürünürler. Bu tip üslupları yararsız görüyorum. Kimileri de bunun tam aksi uçta durmakta.: O kadar öznel ifadelerle doldururlar ki metinlerini, “bu yazının bizle ilgisi ne” demekten kendinizi alamazsınız.

İkisi de olmamalıyız. Mevlana’ya da üslup sahibi yazarlar okumaya ağırlık vermesini öneriyorum.

Bengisu Battal Kur’an ile ilgili bir öyküsünü göndermiş. Keşke öykü kişisini saha somut bir kişi olarak anlatsaymış. Okura bir şey vermek istediğimiz zaman kişiyi belirsizleştirdiğimizde zannetmeyin ki öykü daha etkili olur. Etkisini kaybeder. Öykü kişisinin belirmesi ve metin ile tutarlı bir kişiliğe bürünmesini başarabildiğimiz oranda öykünün etkili olma imkanı artmış olur.

Resul Davutoğlu’nun bir üslubu var. Bu önemli. Fakat bu üslubu artık işlemek lazım. Daha kıvrak hale getirecek bir şeyler yapmak lazım. Mesela düşünce yazıları yazmasını önerebiliriz Resul’e. İsmet Özel’in denemelerinden, Abdurrahman Arslan’ın makalelerinden okumasını öneriyorum. Ona şimdiye kadar yazdığı güzel yazıları yazdıran coşku ve kaygılarının pratikle anlamlı bir şekilde buluşmasını sağlayacağını umuyorum bu değerli yazarlarımızın.

Halil İbrahim Doğramacı bir şiirini yollamış bize. Size garip gelecek bir şeyi ifade etmiş olayım: Bazı isimler ilerde bir şey olacağını bize hissettirirler. Kişiler demiyorum bakın, sadece ismi. Hakan Arslanbenzer İsmet Özel’e ilk defa kitap imzalatırken İsmet Bey “Bu ismi bir daha duyacağım” der. Biz de Halil İbrahim Doğramacı’yı bir daha duyacağız diye tahmin ediyorum. Ama yazar olarak mı yoksa başka bir şey olarak mı duyarız bunu bilemiyorum. (Bu söylediğimi aranızda pek olacağını sanmıyorum ama ismini beğenmeyenler, isminden utananlar varsa hemen ellerine koz geçirmiş gibi kendilerine iyice küsmek için kullanmasınlar!)

Doğramacı iyi başlayan bir şiir yazmış bize. Şiirinin devamında dağıtmış biraz. Klasik tarz şiirleri çok başarılı ama modern tarz şiirleri konusunda biraz daha dikkat etmesi gerekiyor. Cahit Zarifoğlu’nun şiirleri belki yoracaktır ama baştan sona okunmalıdır! Tüm şiirlerini bitirdiğinizde modern şiirin ne olup ne olmadığının kafanızda daha da bir belireceğini söyleyebilirim.

Klasik tarzda çok iyi yazan birinin modern şiirde başarıyı yakalayabileceğini düşünüyorum.

Murat Kaşıkçı’nın tatlı bir mailini aldım. Bir de şiir eklemiş mailine. Okurken yazdıklarını daha şiirine gelmeden “Bu arkadaşta iş var!” dedim. Edebiyat dergilerini ciddi ciddi takip ediyor Murat. Rasim Özdenören’in konferansına bile katılmış. Orada Rasim Baba’dan duyduğu bir cümleyi buraya da alayım: “Öncelikle ayaklarımızın yere sapasağlam basması gerekiyor. Bunun gerçekleşmesi için de Sezai Karakoç, Necip Fazıl, Yahya Kemal ve Mehmed Akif gibi isimleri özenle okumamız gerekiyor.”

Üslup çalkantıları yaşadığını söylüyor Murat. Bunu bir miktar yaşamak gerekebilir. Hiç yaşamamaktır belki anormal olan. Bu köşeye şiir almak adetim değildir bilirsiniz ama Murat’ın şiirini alacağım. Murat kitaplarla haşır neşir arkadaşlarımızın çok korktuğu bir mevzuyu şiirleştirmiş. İyi etmiş. Böyle rahat metinler beklediğimi de bir daha tekrar edeyim:

BU KADIN BENi ANLAMAZ

Murat Kaşıkçı

yemek yapmayı bilmem

salata derseniz belki

ama onun da

ya tuzu eksik olur

ya sirkesi

Ütüden de anlamam

yatağım dağınık kalır her sabah

toplamam toplayamam

Ülke gündemini tartışırım gece arkadaşlarla

evimin gündemi beni beklerken

kafa yormam çöp poşetine

faturaya

bilirim

karımla beraber ihtilal bekler kapıda

işte bu yüzden bu kadın beni anlamaz

geceleri kitaplarda kaybolurum ben

bulamaz

bulsa da

anlayamaz

anlayamaz kardeşim anlayamaz

kitap delisi der

kalem delisi der

Allah muhafaza terk eder gider...

Meltem Salacak zindan Hz. Yusuf üzerinden bir şiir yazmış. Edebiyatımızın temel kökleriyle içli dışlı olarak yazacağımız metinler ölmezlik ve köklülük niteliğine kavuşma fırsatı bulmamızı sağlayabilir. Fakat burada bir şeye dikkat etmek gerekiyor: Özgünlük! Bu çok önemli. Bunu yakalaması gelenekten beslendiğimizde kimiz zaman zorlaşır. Meltem’e 60 sonrası şiirini izlemesini öneriyorum.

Övünç Tamer’in şiiri bir tuzağa düşmeyi seviyor. O tuzak şöyle bir tuzak: “Bitap düşmüş umutların pençesinde/ Kırık kanadından tutunurum/ Tüm tenha hallerinde/ Hüzzam sessizliğinin.../ Yoksa rast makamına denk düşen sadan..../ Aşk oduna aşikar meftun olan bedenden/ Savur küllerince arzın izbe sessizline” tamlamalara dikkat edelim! Sorun tamlamalarda. Bu tarz tamlamalarla şiir yazmaya çalışan onbinlerce Türk var memlekette. Ama şiir onbinlerce kişinin yaptığı bir şey değil, bir kişinin yazdığı bir şeydir.

İnsan edebiyat dergilerini takip ettiği zaman bir zaman sonra oralardaki kötü şiirleri de fark edebiliyor.

Hatta şunu da ekleyeyim: O dergileri hiç takip etmeyip kazara gözüne bir dergi takıldığında da ahkam kesmeyi seven birileri şöyle diyorlar: “Kardeşim şiir mi bunlar be!”

Biz de onlara diyoruz ki: “Kardeşim, git önce bir dergi takip etmek nedir, onu öğren sonra gel!”

Ahmet Başer hoş bir susuzluk yazısı yazmış. Yazısının başlığı daha rahat yapsa daha iyi olurdu şüphesiz. “Su yazıları” demek yerine “Susuzlukla getirilmek istenen irtica!” mesela

Hamza Şenyurt da sade ama duru bir anlatıma sahip. İnsanın özünün kirliliklerden etkilenmesi konusunu kendisine mesele etmiş, dert etmiş. Hamza’nın başka yazılarını da bekliyorum. Bir de neler okuyup hangi dergileri takip ettiğini öğrenmek isterdim. Okurlarımız maillerinde bunlarla alakalı bilgiler verirlerse memnun olurum. Hatta yaşlarını, nerede yaşadıklarını, meşguliyetlerini de yazmaları iyi olur.

Bazı eleştirmen tabiatlı okurlar “İyi de Asım Bey, yaşa, insanın nerede yaşadığına ne bakıyorsun, nesnel davransana; metne bak eleştirini yap!” diyebilirler. Fakat kazın ayağı öyle değil sevgili okur, perdeli!

Şimdi bir okurumuz tutmuş Anadolu’nun ücra bir köşesinden hatta İstanbul’un ücra bir köşesinden bize yazısını yollamış. Yakınında kitapçı dahi yok, yaşı 13. Bir başkası diyelim okula gitmiyor, ortaokuldan sonra okumamış. 24 yaşında ve alakasız bir yerde çalışıyor. Çevresinde bir tane bile üniversite mezunu yok diyelim. Şimdi biz bunları bilmeden yazılarını yerden yere vursak, ki vurduğumuz oldu(!), insafsızlık etmiş olmaz mıyız. Kimseye haksızlık etmek istemem açıkçası. Bu nedenle kendinizi, okuma ve yazma ile ilgili gündeminizi bizimle paylaşmanızı istiyoruz.


Asım Gültekin'ın Yazısı.