“Kerkük Kürt şehri mi, Türk şehri mi?” sorusu benim için çok anlamlı değil. Bugün var olan ama yarın pekâlâ yok olabilecek olan geçici unsurları öne çıkararak kavga vermek, son tahlilde ancak, bu toprakların değerlerini yağmalamak isteyenlerin işine yarayacak.

Kuzey Irak’ın simge şehirlerinden Kerkük, zorlu bir referandum sürecine hazırlanıyor. Sırf her şeyin yolunda gitmesi için kurulan ‘Kerkük Referandum Yüksek Kurulu’ bile, süreci yönetenlerin bu işi ne kadar ciddiye aldığını gösteriyor. Referandumda şu oylanacak: “Kerkük bir Kürt şehri midir?”

Elbette bu referandum sadece bir şehirde yaşayan demografik unsurların tespitini amaçlamıyor. Referandumun, bölgenin her türlü zenginliğinin, nüfus oranına göre paylaşılması şeklinde güncel ve iştah kabartıcı sonuçları da olacak. Ayrıca Kerkük Türkmenleri, referandum sonrasında kendilerinin ‘yabancı unsur’ ilan edilerek şehirden sürüleceklerini iddia ediyor.

Bu yazımda, bütün bu karmaşık siyasî meseleleri bir yana bırakarak, bir şehre kimliğini, dolayısıyla ismini ve dünya üzerindeki yerini kazandıran unsurların neler olduğunu tartışmak istiyorum. Sanırım bu hengâmede, yapılacak şeylerin en akıllıcası bu olacak.

* * *

Hangi mezhep, meşrep ve siyasî akımdan olursa olsun, Karahanlılar’dan bu yana yaşadığımız coğrafyada hâkim olan Müslüman milletler, hep İslâm’ın ana itici güç olduğu bir düşünceyle siyaset yaptılar. Bıraktıkları izlerin niteliğini de hep İslâm belirledi. İslâm’ın ibadet emri, şehirlerimizi abidevî camilerle donattı. İslâm’ın temizlik emri dolayısıyla sokaklarımıza şaheser çeşmeler inşa edildi. Mezarlıklarımızdan, gündelik hayatın yaşandığı evlerimizin biçimlerine varana dek, hayatın her noktasına İslâm’ın vaz ettiği emirler damgasını vurdu.

Bu böyle olduğu için, şehirlerimize bir ırkın ya da dar bir kliğin gözlüğüyle bakmak, onları belli ırklara endekslemek, çok da yerli yerine oturan tanımlar değil. Çünkü şehirlerimiz eğer bugün varsa ve yarın da var olacaksa, bu, bu damganın kazınmazlığı sayesinde.

Müslümanların adım attıkları, iz bıraktıkları, eserler verdikleri, yetiştikleri, geliştikleri, geliştirdikleri her şehir İslâm şehridir. Hangi ırk, hangi devlet, hangi yönetim biçimi gelirse gelsin, sonuçta o şehirlerin ruhuna sinmiş olan şey, yani İslâm kaybolup gitmeyeceğine göre, tartışmayı bu yöne sürüklemekte fayda var.

Konumuz Kerkük olduğu için, tezimi somutlaştırayım:

“Kerkük Kürt şehri mi, Türk şehri mi?” sorusu benim için çok anlamlı değil. Bugün var olan ama yarın pekâlâ yok olabilecek olan geçici unsurları öne çıkararak kavga vermek, son tahlilde ancak, bu toprakların değerlerini yağmalamak isteyenlerin işine yarayacak.

Peki, Kerkük’e “Kürt şehri” denemez de, bir başka yere “Türk şehri”, “Arap şehri” veya “Acem şehri” denebilir mi?

Mesela ‘Türk’ kelimesini adının başına getirirsek, İstanbul’u eksiksiz biçimde tanımlayabilir miyiz? İstanbul’a ‘Türk şehri’ diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Eskiden de diyemezdik, hele şimdi hiç diyemeyiz. İstanbul’u ilişkilendirebileceğimiz kavramların en kapsamlısı ‘İslâm şehri’dir. Şehrin dokusunu, bünyesini ve siluetini oluşturan unsurlara bakarsanız, açıkça görebileceğiniz bir şeydir bu.

Ayrıca şunun da konuşulması gerekiyor:

Herhangi bir ırkın sayıca fazla olmasının, bir şehrin ruhuna yapacağı katkı nedir? Mesela ‘Kürt Kerkük’, görüntü ve anlam bakımından ‘Türk Kerkük’ten neleriyle ayrılacaktır? Ya da ‘Türk İstanbul’u somut anlamda diğer şehirlerden ayıracak şey nedir? İstanbul’u İstanbul yapan da, Kerkük’ü Kerkük yapan da, orada hâkim olan, şehre şeklini veren ve ruhunu besleyen ana damardır, o da İslâm’dır. Dolayısıyla doğru tanım “Kerkük bir İslâm şehridir” olmalıdır.

Tıpkı Vatikan’ın bir ‘Hıristiyan şehri’ olması gibi…

* * *

Şehirlerimize ‘İslâm şehri’ deyişim, kafanızı karıştırmasın. İnkâr edilsin-edilmesin, İslâm dini, yaşadığımız coğrafyayı her yönüyle etkileyen en temel dinamik. Ve bin yıldır bu böyle. Ortadoğu’ya doğru gittikçe, bu süreyi bin dört yüz yıla doğru çekmek mümkün.

Dolayısıyla, Müslümanların bin yıl boyunca hâkim oldukları şehirlerimizde, en bariz izin İslâm’dan kalmış olmasında şaşılacak bir şey yok. Korkulacak ya da yadırganacak bir şey de yok.

Ayrıca, bir şehre ‘İslâm şehri’ dediğimizde, bu kavramın en çok rahatlatması gerekenler, Müslümanların dışındakiler. Çünkü beraber yaşama ve farklılıklara tahammül noktasında en temiz sicil, İslâm’a ve Müslümanlara ait. Tarih, bir ‘İslâm şehri’ndeki diğer dinlere mensup insanların, ‘diğer dinlerin şehri’ndeki Müslümanlardan çok daha rahat ve huzur içinde yaşadıklarının sayısız örnekleriyle dolu. Bu yüzden, bir şehre ‘İslâm şehri’ demek, aynı zamanda, tarihsel hoşgörü ve tahammülümüzün sayısız örneklerini de insanlarının gözleri önüne getirmek demek.

Geçtiğimiz haftalarda, Yunanistan’da geniş halk kitleleriyle yapılmış bir anketin sonuçları yayınlandı. Anketteki soru şuydu: “Bugün hâlâ kurtarılmamış vatan toprağı var mıdır?”

Soruyu cevaplayan Yunanlılar, tanıyanları şaşırtmadı. Yüzde 38 “Evet var: İstanbul” diye cevaplarken, Ege kıyılarımız için yüzde 36, Karadeniz kıyılarımız için yüzde 31, Kıbrıs için de yüzde 60 çıktı.

Şimdi, Yunanlılara bu cevapları verdiren en önemli etkenin ‘Hıristiyanlık’ olduğunu anlamak için, kâhin olmak gerekmiyor.

O halde, biz neden kendi şehirlerimizi, onların bünyesindeki ana unsur ile tanımlamayalım? Ya da bundan neden gocunalım?

Evet, bence formül aynen şöyle:

Şehirlerimizi, zamanın akışı içinde değişecek, bugün varsa yarın yok da olabilecek, güçlü olanın belirlediği geçici ölçülerle değil, ruhlarında bulunan ana harç ile tanımlamalıyız.

Eğer böyle yapmayı başarabilirsek, fuzulî birçok kardeş kavgasının da önünü alabileceğiz.


Taha Kılınç'ın Yazısı.