Ömer Öztürk

Perşembe akşamı Dergi Genel Merkezi’nde temsilî bir düğün merasimi gerçekleştirildi. Bu vesileyle, birkaç kelam etmem için bana da mikrofon uzatıldı ama düşünme payı yok, konuya hazırlanmamışım, iki dakikada hemen ne söyleyeceğim. Bir iki kem-küm ettim. Ama asıl söyleyeceklerim içimde kaldı.

O vakit düşündüm. Hem yaz ayındayız, yaz ayı malûm düğün mevsimidir. Fırsat bu fırsat çocukluğumun evlenme merasimlerini, düğünlerini, bunlara dair hatıralarımı yazayım, hem gelecek nesillere de yazılı belge bırakmış olurum dedim ve aldım kalemi elime çocukluğumun düğünlerine, bilhassa Üsküdar düğünlerine doğru yol aldım:

Ne Günlermiş Onlar

Hani demin yaz mevsimi için düğün mevsimidir dedik ya, işte benim çocukluğumda böyle bir ayrıma gerek bile yoktu. Çünkü o vakitler bizler yaz-kış-ilkbahar-sonbahar, her mevsim, her ay, ve hatta hatta her hafta düğünlerle yatar, düğünlerle kalkardık. Düğünler, nikahlar, nişanlar hayatımızın ayrılmaz bir parçası, olmazsa olmazıydı.

Bir kere, o vakitler parasızlık, geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı ve bilhassa hanımlar açısından meslekî kariyer gibi kaygılar, bahaneler söz konusu bile değildi. Böyle şeyler bilinmezdi. Vakti, çağı gelen bunu tabiî bir vazife addeder, dünya evine adım atardı. Boşanma vakaları da tek tüktü. Hatta kazara birisi boşandı mı, herkes şaşırır, oturur günlerce bunu konuşurdu.

Çocukluk yıllarımı dolu-dizgin yaşadığım seksenli senelerde Üsküdar bizler için deyim yerindeyse bir ‘düğün şehri’ idi. Şehrin dört yanı serbest müteşebbislerin açmış olduğu düğün salonlarıyla lebaleb (dopdolu) idi. Bugün kıyıda-köşede, tek-tük kalmış boynu bükük sessiz-sakin düğün salonlarının önünden geçerken, ister istemez o şaşalı devirler gözlerimin önünde canlanıyor.

Mesela bir düğüne mi gidilecek? Bugünkülerden çok daha basit ve mütevazı tasarımlı davetiyeler gelmiş. İnanın, hazırlık telaşı daha üç gün evvel başlardı. Aman yarabbi, o nasıl bir heyecan, nasıl bir mutluluktu. Ah bunu bugünün gençlerine anlatabilsem. Ne mümkün!

Vakit, saat, öyle veya böyle gelmiş ve bizler Üsküdar’ın bilmem hangi semtindeki bir düğün salonunda mâaile yerlerimizi almışız. Hoş geldiniz, beş gittinizden sonra, düğün orkestrasının çaldığı hafif bir müzik eşliğinde önümüzdeki bayat – evet abartmıyorum bayat – limonata ve kuru pastalarımızı yiyip içmeye koyuluyoruz.

Vee! İşte mevzumuzun can damarı. İşte tam o ânda sahnede bir hanım solist arz-ı endam ediverir. Solist dediysem, lafın gelişi. Yoksa ne nota bilir ne makam. Eee, düğün sahiplerinin Sezen Aksu veya Nilüfer’i getirecek halleri yok ya. Onlara hem ulaşamazlar, hem, ulaşsalar da, bir servet ödemeleri lazım. İster istemez, bir yerlerden bu doğuştan detone (şarkıyı, türküyü bozuk söyleyen, ezgiyi uyduramayan) hanım solistleri bulur buluşturur bizlere müzik ziyafeti (ünlem koymama gerek yok herhalde) çekerlerdi.

Ve bu hanım solistler inanın hep de aynı şarkıyı söylerlerdi. Söyledikleri daha doğrusu söyleyemedikleri şarkı, meşhur şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Kara Sevda’ adlı şiirinin bestesiydi. Şöyle başlardı:

‘Bir kere sevdaya tutulmaya gör/Ateşlere yandığının resmidir/Âşık dediğin Mecnun misali kör/Ne bilsin âlemde ne mevsimidir.`

Bizler, seçilmiş kurbanlar bir yandan bayat kuru pasta ve limonatalarımızı yer, bir yandan da hanımı dinlemek zorunda kalırdık. Kulaklarımızı tıkayacak halimiz yok ya.

Asıl anlaşılamayan husus şuydu: İki insan evlenmiş, kavuşmuş, şimdi şurada ‘sevdaya tutulmaya gör, ayvayı yediğinin resmidir’ diye içlenmeye ne gerek var. Hâlâ bunu düşünürüm.

Bayat limonata ve pasta midelerimize inip orada raks etmeye başladığı esnada, şiirin pardon şarkının ikinci dörtlüğü gelirdi:

‘Dünya bir yana o hayal bir yana/Bir meşaledir pervaneyim ona/Altında bir ömür döne dolana/Ağladığım yer penceresi midir?’

Neyse, bu zulüm çok şükür biter, hemen ardından takı takma köy seyirlik merasimi başlardı. Adamın biri mikrofonu eline alır, bugün bile artık hafızalara kazınmış ‘Damadın bilmem nesinden şu kadar dolar, Cumhuriyet altını v.s. tekerlemelerini sayar da sayar, biz de dakikalarca bu komediyi seyrederdik. Seyretmekle kalsak: Gelinin kollarından taşan bilezikleri, burmaları, damadın ise neredeyse pantolon paçalarına değin sarkan para demetlerini ağzımızın suyu aka aka nazar ederdik. Aman nazar değmesin.

Esasen, bilhassa biz çocuklar bu takı merasiminin sona ermesini dört gözle beklerdik. Neden mi? Çünkü bunun hemen ardından devasa mı devasa bilmem kaç kaçak katlı düğün pastası gelirdi de ondan. Eh, midelerimizi tırmalayan bayat limonata ve kurabiyelerin acısını da bu enfes pasta ile çıkarmalıydık değil mi ya.

Pastalar da ham hum şaralop edildi. Ve final. En hazzetmediğim bölüm: o halaya, horona çıkılan kapanış merasimi. Kadınlar, kızlar, erkekler, aman yarabbi, ne feci bir manzara-i umumiye. Bir yanda kasap havası oynayanlar, beri yanda onlara inat sepet havası oynayanlar, bu tarafta göbek atan koskoca hanım ablalar, teyzeler, halalar, içkiyle bulut olmuş amcalar, dayılar. Hay Allah Laikinizi versin. Medrano Sirki yanında solda sıfır kalır yahu.

Zaten o vakitler her mahallenin düğünlerde istihdam edilen bir halay ekibi, bir göbekçibaşısı muhakkak bulunurdu. Hatta bizim mahallede de böyle bir hanım mevcuttu. Onun aslî vazifesi her düğün sonunda piste fırlayıp göbek üstüne göbek atmak, şakkada şukkada oynamaktı. Eşi beyefendi ne yapsın bu hanımla baş edememiş, onu ne halin varsa gör diyerek kendi haline bırakmıştı. Zavallı adam, sonradan kederinden alkolik oldu.

Hepsini bir yere kadar anlıyor daha doğrusu anlamak zorunda kalıyordum da, iki şeyi bir türlü anlayamıyordum. Birincisi; her düğünde neden hep Oy farfara farfara/Ateş de düştü şalvara nevinden müstehcen türküler çalarlardı. Sizden Laik olmasın, hâlâ bunu merak ederim. İkinci olarak; bazı düğünlerin finallerinde sahneye birden bir dansöz fırlayıverirdi. Bu aynı zamanda artık mecburen eve gitme zamanımızın geldiğine de bir işaretti.

Biz çocuklar kapayın gözlerinizi, kapayın gözlerinizi diye ikaz edilir, hanımlara da toparlanmaları söylenir, apar topar düğün salonundan sıvışırdık. Eh, devir seksenler, Kenan Paşa Laikimizi versin e mi?Biz çocukların en büyük eğlencesi bu düğünlerdi işte. O yıllarda, harçlıklarımızı ekseriyetle düğün arabalarının önünü keserek çıkardığımızı bilir misiniz? Bu işin de bir usulü vardı. Gelin ve damat tam arabaya binip hareket ettikleri vakit hep beraber çullanıverirdik. Zaten masraf üstüne masraf yapmış, borç gırtlağa yaklaşmış damat biz çocukları da kırmaz, evvelce hazırlamış olduğu para zarflarından birini ellerimize teslim ediverirdi.

Her düğün videoya alınırdı. Sonradan seyredilir, herkes yeniden göz altına alınırdı. Dedikodu, gıybet, çekiştirme gırla giderdi üstüme iyilik sağlık.

Ya o Üsküdar kuyumcuları. Düğünlerin böylesine çok olduğu o devirde kuyumculuk da haliyle kalburüstü bir zanaat haline gelmişti. Çocukken belki kaç kez Üsküdar kuyumcularının vitrinlerinden taşan ışıltılı yüzükleri, burma bilezikleri dakikalarca temaşa etmişimdir.Ve bir de tadımlık vesika. 1982 senesine ait siyah-beyaz bir düğün fotoğrafı. Mekan Üsküdar Bağlarbaşı’nda bir düğün salonu. 7 yaşındaki Ömer Öztürk sol elinde uçan balonuyla objektife yan yan bakmış. Sadece ipi görünen balonun rengi yüzünün yarısını boyamış. Uçan balonlar gibi, uçup gitti o günler de.

Son olarak; Mübarek Ramazan ayınızı tebrik ederim. İnşallah bu ay boyunca haftada bir Ramazan yazıları kaleme alacağım. Tecrübelerimi, şahitliklerimi, Ramazan arşivimin küçük bir kısmını ve elbette, olmazsa olmaz, Ramazan hatıralarımı içine alacak, oldukça istifade edeceğinize inandığım bir yazı yolculuğuna çıkaracağım sizleri.


GENÇ'ın Yazısı.