"Maç 90 Dakikadır, Top İse Daima Yuvarlaktır"
İbrahim Kaşgar
Haftanın yedi günü 10 saatten az 12 saatten çok olmamak üzere çalışan bu fakir kulunuz gecelerden bir gece maç keyfi yaşamak için televizyon karşısında kurulduğunda ekrandaki bıyıklı fanatikle karşılaştı. 30 bin kişilik stadyumda kendisine odaklanan kameradan habersiz elindeki pankartı birilerine fark ettirme çabasındaydı: ‘Maç Lig TV’de izlenir.’
Peki, maçın televizyon karşısında izlenmesi gerektiğini bağıran bu garip adam neden stadyumdaydı? Futbol kalitesinin dışında ofsayt ve penaltı pozisyonlarının kaba bir hesapla her hafta sonu uzun uzun (program başına 2 saat) tartışıldığı bir devirde sanırım başka bir mesaj vermek istiyordu: Aman maçların kısa özetlerini izleyeceğim diye spor programlarına takılma! Aksi halde canına okunacak derecede kafan şişer, pişman olursun.
Nitekim Süper Lig’in naklen yayın haklarını elinde bulunduran kanalın ‘Maraton’ programında malum yorumcunun ülke gündemine damgasını vuran sabıkalı açıklamaları dahi, spor spikerlerinin taraflı tutumları dışında ‘Maç 90 dakikadır, top ise daima yuvarlaktır’ sloganını kafalara çivileyen düşüncenin bir ürünü olsa gerek.
Ben ölürüm, futbol biter!
Futbol tarihini sadece kendilerinin dâhil olduğu süreçle kısıtlı tutan yorumcu tayfası, kişisel anı ve analizlerinin dışına çıkarak mesela kuş gribinin etkisiyle yabancı turist sayısının nasıl azaldığını, gazozda bulunan alkol miktarının serbest piyasa ile ilişkisini ya da cumhurbaşkanlığı seçiminin futbola katmer katmer dertler yüklediğini detaylı yorumlarıyla izleyiciye aktarıyor.
‘Futbolun felsefesi’ geyiğinin en ucube ağızlarda sakız, en istatistik bünyelerde gergin, en geveze spikerlerde malzemeci duruşu, simültane bir gereksizliği yansıtıyor. Gel gelelim, işin felsefesi kısmında bardağı hep boş tarafından görmenin asla bir İngiliz sinsiliği taşımadığını görmek memnuniyet verici. Zira, Leeds taraftarlarına Taksim’de meydan dayağı çeken Türk fanatiklerin tasvip etmediğimiz tavrı, ‘bizim bacılara laf atanı çok pis harcarız’ pozundaydı.
Hayatım bu maça bağlı!
‘Yeşil Sokak Holiganları’nı izlediğimizde, bizdeki belgesel tadındaki taraftar filmlerinin, başka diyarlarda nasıl bir savaşa konu olduğunu görebildik. Masumiyet açısından ülkemizde karşılaştığımız tablonun daha cana yakın olduğunu söyleyebiliriz. Kaybedilen maç sonrası, ‘Ben eve gidince oğluma ne hesap vereceğim?’ diyerek yönetime isyan eden ağabeyimiz kırtasiye masrafları, pahalı İngilizce kitapları, harç parası ve gelecek kaygısından uzak, bütün derdinin kaybedilen üç puan olduğunu haykırıyordu. Tuttuğu takımın şampiyon olması sonucu, oğluna bisiklet alabilen babanın takdir belgesinin yönetim tarafından verilmesini bekliyorduk. Fakat oğlunun karnesine zımbalanmış takdir belgesinin şampiyonluk kadar önemi yoktu.
Futbolun bir gösteri işi olduğunu elbette futbol endüstrisinin yeşil çimlere kireç suyuna bandırılmış fırçalarla yazılmasından sonra unuttuk. Büyük stadyumların dışında çekirdek çitleten boynu atkılı iflah olmaz futbol sevecenlerinden biri olarak ilk fark ettiğim ‘futbol maçının’ gelip geçici bir etkinlik olmasıydı.
Bir tutam ırkçılık ekleyin!
Görün ki, Emre’ye yapılan ırkçı suçlamaların, sahaya muz atan ve top siyahi oyunculara gelince maymun sesi çıkaran bir ülke medyasından gelmesi şaşırtıcı değil. Alpay’ın kuklalarının elektrik direklerine asılması aslında yine İnönü’de BJK taraftarının tepkisi karşısında bir zebani tavrı olarak görülüyor.
Geçtiğimiz sezon Deportivo maçından sonra Eto’nun sahayı terk etme girişimi, Türkiye’de aksine siyahi oyuncuların taraftarın sevgilisi olması hatta ‘maskot’ ilan edilmesi ‘veda hutbesi’ ile yerle bir edilen ırkçılık söyleminin ne kadar özümsendiğinin göstergesi. ‘Bir İngiliz anahtarı der ki, açamadığın kapıyı zorlama.’ Emre’nin İsviçre maçı sonrası soyunma odasına doğru attığı depar bir sabıka olarak kayda geçtiği için eğer bir ceza alsaydı üzerinde eğreti durmayacaktı.
Hayat kurtaran çantada: Köfte ekmek, ayran, çekirdek, su!
Omuz omuza Türkiye maçlarına kilitlenen milletimizi başka ortamlarda da böyle görmek isteriz. Zira futbolun siyasete, siyasetin futbola alet edilmesi asla bir rastlantı değildir. Bir refleks olarak ortaya çıkan ‘milli’ tavrın aksiyon bazında olmasa da gönüllerde oluştuğunu bilmek kimi mutlu etmez ki? Yoksa ‘Hayatımda tavuk yemedim, yemem de!’ yorumcuları, maç kuyruğunda toza toprağa bulanmış seyyar tezgâhlardan yenilen köfte ekmeğin tadını nereden bilebilir?
GENÇ'ın Yazısı.