Yağmur Kokulu Çimen Şehir
Ömer Faruk Türk
Bu yağış yalnız sana, biricik geceden…
Bana “Sen” dediği herkesin, gelmekte sana doğru!
Yokuşun sonunda bekledi, bekleyecek…
Bu sefer tırmanma niyeti sana yüklenmişken...
Hemen koşar gelir sana, kalbiyle taşır seni yine her lâhza da olduğu gibi...
Katılımsız bir başyapıt üstünde “Hayaller” notuyla.
Çenesinde normalden de sıvı ağırlıklar. Hafifledikçe yenisi eklenen her bir damladan yorulmuştu aslı…
Bir uçtan Galata’ya bakmakta olan köprünün üstünden, koşarak geçiyordu. Kimseler yoktu üstünde, O ağlayarak geçerken. Ara ara dayanamayıp gülüyordu kendi kendine. Ciğerleri patlayacak gibi oluyordu koşmayı sürdürürken. Fakat heyhat, durmamalıydı çünkü… Çünkü yelkovan, akrebi kovalarken gün bitimine daha da yaklaşmaktaydı densiz bir çember “Zaman”. Korkmaktan değildi onun bu acelesi, sevgisizliğinin içinden gelmiş gibiyken bulduğu sevgisindendi. Dünyadan gözlerle, bahşedilmişi görmekti onun için, dünyadaki teki…
Bulunmaz bir histi, geceye âit gökyüzüyle birlikte gözlerinden yağabilmek. Nimetti…
İflâhı kesilince duruldu ister istemez. O duruldukça yağmur sağanağa çekti fiilini. Haliç’ine baktı, yağmuru üzerinde taşıyan çimen kokulu kentin.
İşte o an, görmeden bastığı yağmur birikintisi! Bir üstüne basılmışın, anlaşılması pek de zor olmayan fiiliyatı, akabinde...
Zeminden doğru gelen keskin bir soğukluk ve ağırlaşan adımlar. Artık attığı adımlar, pek de normal olmayan adımlardı ve rahatsız edici bir ses çıkarmaya başlamıştı. Fakat sadece o kadardı… Yani pek bir anlamı yoktu çıkan sesin. Hedefinden mi şaşmıştı veya ona zarar mı veriyordu bu ses ve ağırlık? Hayır!
Düşen kütlelerin her bir parçası, ayrı ayrı ağırlık yapıyordu, tam tepesine inerek kirpiklerinin. Ve uykusuzluğundan içine kaçmış gözleri, kapaklarına haykırdığı isyandan, nisyana düşme korkusuyla ayak diriyordu. Nefsini azarlar gibiydi, uykusuz da devam edebiliyordu…
Gözlüğünün camları, sürünmekten bıkmayan ve âdeta her biri gözlerinden öpercesine kayıp yere düşen, damlalarıyla dolmuştu, gecenin. Biricik gecenin her şeyi üstündeydi, dünyanın tekine doğru gitmekteyken… Caddelerin kenarlarında yayalara bırakılmamış payı kullanmaya çalışarak ilerliyordu bedeni. Onu zar zor idâre ediyor gibiydi. Her an düşebilecekmiş gibi dursa da, durmadan düşmeyeceğini bilmekteydi. Buğulanmıştı görüşü, yoğun bir çabaydı, yavaşça savaşır gibiydi yalnız ve dimdik yürüyüşü…
Umut denen bölük pörçük, gerçekti. Hissetmekteydi…
Dönmek üzereydi. Az kalmıştı, güne dâir her şey sona doğru ilerliyordu, kendine özgü duyulmaz adımlarla “tik-tak”.Serin bir esinti, boğazdan gelmişliği bâriz, yine kendine has bir edâyla sürüyordu. Lâkin onu okşayan, bağrına basan (istemli / istemsiz) bir varlıktı, onun için her bir esinti. Soğuk olduğu müddetçe… Kırmızının çoktan ele geçirmiş olduğu burun ucu ise, içini dışına vurmaya devam ediyordu. Ve bu konuda sinirlenişine aldırmadan, akıntı sürüp gidiyordu.
Sessiz ve ağlak, karanlık bir ağırlık vardı. İçten geldiği hâlde bastırılamayan… Yâhut tek başınalığın vermiş olduğu rahatlıktı bu, bastırılamayan şey(!). Sessiz… Sessiz ve ağlak tek başınalık, öğrenilmiş çâresizlik gibi bir şeydi belki de.
Çıkış noktası kapatılmamış, unutulmuş, zihinlerin mürekkebi her neredeyse… Ya düşmüştü masasından, yerinden yurdundan koparcasına. Yâhut hatırlanıp aranmayacak kadar sandık altı kalmıştı zavallıcık. İnsanların eseri, yegâne evsiziydi o mürekkep. Yalnız, şehrin sızmışlarından sızabilen, bir mahkûmdu artık O.
Bilinmeli ve bilinsin de… Bilinsin artık kullanılmaya muhtaçlığıyla…
Yürüyüşün sürekliliği, ulaştırmaya yetti yetecekti. “Ha gayret!” ifadesi ile irkildi içten içe… Ve dizleri üstüne düşmeden sergilediği gayreti yalnız kendineydi. Ondan başka yalnız gecenin sağanağı, o canlı ıslaklığı vardı. Kendisinden dahî daha canlı o ıslaklık, üstünde ne varsa yapıştırmıştı vücuduna. Artık omuzlarında da, göğsünde de hissediyordu O, sert ve damla damla vuruşunu, karanlığın…
Ve sızmaktayken sıcak sıcak damlalar sûretinden. O soğuk hava da alev alev yanarken, yokluğundan üşüyordu. Üstüne gelmeye dahî tenezzül etmeyen, ilgisizliğiyle yârin…
Her şey onda mıydı? Gerçekten O aranan mıydı? Hiçbir şey olamamışken O’nun hissiyatı nezdinde, neden bu denli hissediyordu eksikliğini.
O yüksüz bir hâl istemiyordu artık ve farkındalığı artıyordu. Yakıcılığını istiyordu, üç harfliden mevcut kalamayanın. Yakıcılığını istiyordu O, en kıymetli ve tene değmeyen nârın… Çürümeden kavuşmalıydı. Az sayıda sağa, çokça da sola dönmüşlüğü vardı. Yokuşa varmasına az daha zaman vardı. Belki çıkardı karşısına yanında durabilmek için!
Bir çift eldi aradığı…
Kalbindeki büyük inanç… Hani şu herkes gibi kısacık bir ibâdet süresini dahî, hunharca katlettiği...
Ayıp değil mi? Eh be insafsız değer miydi bu kadar zûlme. Niye ezdin kendini, sana hak olarak verilmiş ibâdetin yoksunluğuna atlayarak.
Bir çift eli herkes arıyordu elbet. Sor bir kendine ne için ihmâl ettin, aradığın şeyler uğruna bir çift eli vermeyi… Şu lâhzalarla dolu cihân da, sana bahşedilmiş birkaç lâhza içerisinde. Bu kadar cimri olmak iyi bir şeymiş gibi bir de bekledin.
Yeşillerin kokularını alıyorsun. Hem de en derinine kadar...
Beklemediğin şeyleri de yine yalnız Yaradan gönderdi sana. Edebinle de duramadın! Suçlusun...
GENÇ'ın Yazısı.