Kampüs Mezarlığı
“Sana üniversitede öğretilmeyen bir şey söyleyeyim mi? Ölenler hep ihtiyar olmuyor dostum!”
Kazandığım üniversitenin kampüsüne kayıt için gittiğimde, yolda acayip bir şey dikkatimi çekmişti: “Kampüs mezarlığı”... O sarp yokuşun başlangıcında solda boş arazinin önünde sıradan bir tabela. Bu bir şaka mı, yüzümüzün alacağı ifadeyi mi görmek istiyorlar acaba diye etrafa bakındım, ama kamera falan göremedim. İlk cümlem şu oldu: “Kampüste ölenleri mi gömüyorlar abi buraya?”
Harbiden bizim kampüse yakın bir yerde birileri, belki “öğrencilere her daim ölümü hatırlatalım” diye belki de öğrencilerde oluşacak intibaları hiç hesap etmeden rastgele “kampüs mezarlığı” yapmışlar... Allah razı olsun...
Hakikat dediğimiz, zamana ve zemine göre değişmeyen, her şart altında doğru olan şeylerse, ölüm bize unutturulmaya çalışılan en büyük hakikat. Bunu, 2003 yılında çok sevdiğim dedemi kaybettiğimde pek anlayamamıştım, ama geçen sene –hayatımda çok önemli bir yere sahip olan- bir hocamı (30 yaşında soba zehirlenmesiyle) ahirete uğurladığımızda daha iyi idrak ettim. Ve en son geçen haftalarda, okuldan bir arkadaşımın 19 yaşındaki arkadaşının trafik kazasından ölmesinden ötürü duyduğu hüzne şahit olduğumda çok daha yakından hissettim: Ölüm en büyük hakikatti ve ölüm ile ihtiyarlık eş anlamlı kelimeler değildi.
Bir yerlerde bir şekilde ölümden bahsedilince “kapatalım bu konuyu ya, içim daraldı” ya da “daha genciz ne gerek var bunları konuşmaya, bak içime öküz oturdu, başka bi şey konuşalım” türünden serzenişleri duyabiliyoruz...
Keşke diyorum, arkadaşlarım da benim gibi daha 10 yaşındayken heyecanla gittiği sohbetlerde “gözlerinizi kapatın ve öldüğünüzü hayal edin, en yakınlarınız arkanızdan ağlıyor, sizi tabutla götürüyorlar, sizin için toplanmalarını daha önceden hayal edemeyeceğiniz bir kalabalık tabutun arkasından hüzünle yürüyor. Önceden hazırlanmış iki metre kare kabre bırakıyorlar, biraz bekliyorlar, Kur’an okunuyor... Gözyaşları ve gidiyorlar... Ve gece oluyor...”hitabına muhatap olsalardı.. Belki hayata ve eşyaya bakışımız biraz daha yakın olurdu. Belki de ölümün bir son değil, sonsuz bir başlangıcın ilk kapısı olduğunu daha iyi idrak ederlerdi.. Dünyaya bel bağlanmayıp, ahiret endeksli yaşamanın tadına varırlardı..
Mevlana’da Şeb-i Arus olan ölüm, bizde hangi iki kelimeye düşüyor? Bunu durup düşünmeliyiz derim, ama durmalıyız... Aşk, kadın- erkek, hayat, en çok mutlu olduğumuz şeyler falan deyince hemen bazı tanımlar yapabiliyoruz ama mevzubahis ölüm olunca tanımlamadan uzağız. Bahsedebilirsek bir şeylerden, onlar da basmakalıp kalıyor. Tanımlayamadığımız şeyi algılayamaz ve yaşayamayız ki!
Yusuf Temizcan'ın Yazısı.