Reçete Yok! Köy Var Gidersen...
Asya Aysel Kurşun
Bir gün yine köyüme gidiyordum. Onlarca kez gittiğim köyüme… Babam kokulu topraklara, kekik dolu dağlara, oğlakların özgürce koşuştuğu ovalara…
Her gidişimde değişik gelirdi ama bu kez tamamen yabancı geldi köyüm. Belki de zihnim kalabalıktı ve ben anımsamıyordum. İşte şurada sele kapılmıştım bir keresinde. Dedem çığlıklarıma sadece gülmüştü ve “Akılsızlık etmeseydin suya kapılmazdın, kendin çık” demişti. Kızmıştım, çok kızmıştım. "Dedem değildi artık benim!" Öyle ayarlamıştım kafamda... Ama 2 gün dayandım, sonra anladım; mücadele yalnız ise ve kimse yok ise yanında, işte o anda başarmayı öğrenmiştim.
Yine bir gün şu koskoca -sen de 600 yıllık, ben diyeyim 1000 yıllık- çınar ağaçlarının kuytusunda ağlıyordum. Çünkü bana yine kızmışlardı. Ben de kızmıştım. Öfkemi de yanıma katıp, hemen şu taşlı dere yolundan ayaklarımı burka burka bir gün benim olacağına inandığım bu tarlaya, “Gavezlerin” tarlasına gelmiştim. Dereye manzaralı büyükçe çınara yaslanmış kendi kendime konuşuyordum. Komiktim. Çünkü ilerdeki heybeti insanı korkutan ceviz ağacının dallarında koşuşturan sincaplar bana bakıp gülüyorlardı. Öyle hissetmiştim, küçüktüm...
Sonra bisiklet yarışları yapardık köyün ufaklıklarıyla. Köy meydanında buluşur, yalaklarından “goca Sabri’nin” ineklerinin su içtiği, cılız akan yosunlu çeşmemizden su içer, güç toplar ve yarışa başlardık. Kurallarımız vardı; bitiş çizgimiz köyün çıkışındaki Sarı Köprü`ydü. Sarı Köprü… Çok eskiydi ve üzgündü, yalnızdı. Orman yolunu köye bağlardı. Sanki şöyle durup baktığımda “Eskiden” derdi, “Üzerimden ne oba beyleri, ne Tülü Mayalar, nice tazecik oğlaklar, göçü şenlendiren körpecikler geçerdi. Dualar ile türküler ile üzerimden bir “Hayat” geçerdi. Şimdi bir avuç yeni yetmenin bitiş çizgisiyim”. Sarı Köprü hâlen köyün çocuklarının bitiş çizgisi ve hâlen yalnız, üstelik daha da eski…
İki dağın arasındaydı köyüm, evim ise derenin kenarında. Bu pencereden karşıdaki dağa baktığımda gördüğüm o gencecik çam ağacı var ya hani, işte o hep gençti. Bundan 10 yıl önce de gençti. Milyonlarca ağacın içinde, onu kilometrelerce uzaktan nasıl mı görürdüm? O benim kara gün dostumdu. İnsan dostunu tanımaz, kalabalıklarda bulamaz mı hiç. Ben buram buram reçine kokan penceremize burnumu dayadığımda, anlardı karşıdaki dağ. Koyu yeşil rengin içinde ay gibi parlatırdı genç arkadaşımı. Sonra ben konuşurdum, o dinlerdi. Ben hep konuşurdum, o hep dinlerdi. Gözlerimle onu selamlar ve yavaş yavaş bakışlarımı Hacı Ahmet amcanın evinin çatısına, oradan en köşede kalmış sessiz penceresine, oradan Goca Gadir’lerin büsbüyük ceviz ağacına, oradan her gün okula giderken arşınladığım taşlı bahçe yoluna ve sonra yazın suyu cılız, kışın deli akan dereye kaydırır, sonra evimizin bahçesinden, loş ve sıcak olan, dedemin ucuz sigarası kokan odamıza kaydırırdım. Yorulurdum… Sanki gitmişim de gelmişim gibi acıkırdım. Dedeme bir bakış atardım. O anlardı. Hele hele, Kaçın kurasıydı o! “Gızım” derdi, “Kalk da bi çay goy, bulgur ıslat sobanın üstüne. Bolca haşhaş gat da yiyelim.” Aslan dedem, nasılda bilirdi acıktığımı. Şimdi acıkmaların bile tadı yok. Bulguru öyle yapıyorum ama o gün ki tadı yok. Hey gidi… Şimdi ne ben kaldım dünden bugüne, ne dedem, ne köyüm kaldı sıla-i rahim olmak dışında yüreğimde.
Demem o ki, köyüm ve köylerimiz bizi anne gibi nasıl sarmalarmış da, biz nasıl kaçmışız betonlar yığılı kalabalıklar içindeki bu kapkara yalnızlığa. Artık böyle hayal kuramıyorum. Biliyorum milyon tane nüfusu olan şehirlerinde diğerleri de hayal kuramıyor. Sonra birbirimize sudan sebeplerden küsüp, incir çekirdeklerini büyütüp cinnetler geçiriyoruz. Sonra belki genç yaşlı demeden ilaçlarla ayakta duruyoruz...
Tefekküre etmeye unuttuğumuz köylerimizden mi başlasak… Ne dersiniz?
GENÇ'ın Yazısı.