Mustafa Emin Büyükcoşkun

Semih Kaplanoğlu yaklaşık iki sene evvel vizyona giren ikinci uzun metrajlı filmi “Meleğin Düşüşü”yle sesini duyurmuştu. Hala festival festival gezip ödüller toplayan bu film ensest gibi sorunlu bir konuya eğilse dahi sade sinema dili, uzun planları, yalın ve abartısız oyunculukları, doğal görüntüleriyle hiç alışık olmadığımız farklı ve minimalin bir sinemanın habercisiydi. Semih Kaplanoğlu şimdi de son filmi Yumurta ile vizyonda. Bir şairin çocukluk (Bal), gençlik (Süt) ve olgunluk (Yumurta) dönemlerini taşra ve ana-oğul ilişkileri ekseninde ve bize ait değerlerin referansında anlatmaya çabalayan yönetmen uçlemenin kronolojik olarak son filmi Yumurta’da annesinin vefatı üzerine yıllar evvel ayrıldığı kasabaya dönen şair Yusuf’un bir adak kurbanı ve uzak akrabası Ayla etrafında dönen naif hikayesini anlatıyor.

Yumurta her şeyden önce sinema dili açısından çok üst seviye bir film. Görüntünün, oyunculuğun ve sesin imkanlarını en saf ve güçlü halleriyle kullanmayı tercih eden Kaplanoğlu kolaycı ve dejenere bir anlatım aracı olarak gördüğü müziği filmlerinde kullanmayı pek tercih etmiyor. Doğal ışığa ve derinlikli mekan kullanımına yaslanan görüntü yönetiminde empresyonist ressamlardan ilham alan Kaplanoğlu sinematografik anlatım diliyle sinemamızda ayrı bir yerde duruyor. Saadet Işıl Aksoy gibi daha evvel herhangi bir film tecrübesi olmayan bir oyuncuyla, Nejat İşler gibi dizi ve film sektöründe bilinen bir simayı bir arada güçlü bir eksene oturtan yönetmen Saadet Işıl Aksoy’un aldığı En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle oyuncu yönetimi konusundaki becerisini de kanıtlamış durumda.

Yumurta hikayesi ve meselesi itibariyle de çok özgün bir çalışma. Bir yandan taşra gibi Türk modernleşmesinin en trajik biçimde yaşandığı, toplumun temel dinamiklerinden biri olan sosyal bir figürü filmin arka planına yerleştirirken ana-oğul gibi insanlığın en eski ve en temel mefhumlarından birini de filmin ve üçlemenin hikayesinin tam ortasında konumlandırıyor. Filmin temel ekseninde olan bu iki figür aslında yönetmenin ciddi bir hesaplaşma içinde olduğu modernizmin en çok tahrip ettiği değerler. Bu iki figür üzerinde kurguladığı Yusuf karakteriyle yönetmen arayışında olduğumuz yitik değerlerin peşinde samimi ve yalın bir film koyuyor ortaya.

Filmin en dikkat çeken noktasıysa bünyesindeki metafizik açılımlar ve ilahi bir boyuta kapı açan öğeler. Yusuf karakteri ince detaylar ve rüyalarla örülmüş yapısıyla filmi aşkın bir hale büründürüyor. Bunların başında Yusuf’un rüyasındaki gibi doğrudan Hz. Yusuf’un kuyu hadisesine gönderme yapan veya annesinin adağı olan kurban vesilesiyle yaptığı yolculuğun onun köklerine dönüşünün vesilesi olması gibi farklı manevi unsurları içerisinde barındıran film bu noktada her daim arayışında oldugumuz fıtri sinema dilinin, rüya alemine açılan bir kapının ve hakiki bir sinemanın en etkileyici örneklerinden biri.

Semih Kaplanoğlu sade, naif, vicdanlı, duyarlı, zarif, bilgili ve mümin yönetmen. Gözlerin baktığını, görenlerinse kalpler olduğunu söyleyen, sekulerizme ve moderniteye karşı saf ve metafizik bir sinema diliyle karşı duran Kaplanoğlu yitik medeniyetimizin izinde güzel işler yapmaya devam ediyor. Dirilişin kulturel bir mesele olduğunun idrakindeki gençler için Yumurta kaçırılmayacak kıymette bir çalışma.


GENÇ'ın Yazısı.