Halil Atik “O an neydi” adında bir anne şiiri yazmış. Bir şiirle karşılaştığımda “Bu metnin bir yazıdan farkı nedir?” sorusuyla yaklaşırım o metne. Ciddi ciddi bu soruyla yaklaşırım. Eğer sadece duygusal bir metin bu. Normal bir yazıdan farkı satırları şiir dizesi gibi sıralanmış dedirtiyorsa yazı bana ( Bu sıralar bu tip kırma satırlı yazılara Yılmaz Özdil tarzı gazete yazısı da deniyor!) ortada bir şiir yoktur.

Halil Atik’in şiiri için de bu kadar kötümser miyim? Hayır! Ama daha bir imbikten geçirerek mısra kurmaya çalışmasını öneririm. İmbik demişken aranızda imbik kullananız, imbik nedir bileniniz var mı bilmiyorum ama ben de geçen merak edip araştırana kadar bilmiyordum. Halil Erzurum’da okuyor. Ona orada Vedat Aydın ve şair Selami Ece ile tanışmasını öneririm. Çok faydasını görecektir. Ayrıca Üniversite Kitabevi’nden Mahmut Balcı da tıpkı Halil kardeşimiz gibi İstanbul’dan Erzurum’a yerleşti bu sene.

Nilay Bozdemir hatırladığım kadarıyla üniversiteye hazırlanırken bize yazmıştı. Şimdi bir üniversiteli olarak yazmış. Ve sanırım artık farklı bir şehirde okuyor olmalı zira bir özlem duygusunu dile getirmiş yazılarından birincisinde. Diğerinde ise üniversite despotlarından bahsetmiş.

Bozdemir’e Genç dergisinin yanı sıra edebiyat dergileri de takip etmesini öneriyorum. Edebiyat dergileri gerçekten de ufuk açıcı dergilerdir. Apayrı, zengin bir dünya yatar edebiyat dergilerinin içinde. Tasvip etmeyeceğimiz edebiyat dergileri yok mudur peki? Vardır tabii ama onlar bile güncel dergi ve gazetelerin düştükleri tuzakların ötesinde durmayı becerirler bir miktar da olsa.

Gazete mi dergi mi!

Bana gazete mi dergi mi diye soracak olsanız hemen dergi derim. Gazetelerin genel olarak zararlı olduğunu düşünürüm. Yazıyı ciddiye alan arkadaşlar bence gecikmeden memleketteki birkaç yüz dergiyi gündemlerine alıp “bu dergi neyin nesidir, ne yapmaya çalışıyor bu adamlar” diye bir sorgulamalı. Bunu yapmalı zira kimseler pek farkında değil belki ama bir çok işe yarar adam dergilerden devşiriliyor. Bir kısım siyasetçileri, alanında söz sahibi bilim adamını, organizatörü, girişimciyi Türkiye onları tanımadan önce dergilerde tanıdım ben. Ya dergi çıkarıyordu onlar, ya o dergilerde yazıyorlardı ya da yazmasalar bile onların ortamında bulunuyorlardı. Elbette sadece edebiyat dergileri okumayın ama edebiyat dergisi takip etmek diye bir şey olmayacaksa hayatınızda yazıyla ilişkiniz açısından bir şeyler eksik kalacaktır. Ve korkarım ki bunu hiçbir zaman fark edemeyebilirsiniz de.

Hatice Durmaz gerçekten de durmak bilmeyen bir okurumuz. Karikatür, şiir, yazı… Helal olsun. Rabbim enerjisini eksiltmesin, bereket katsın enerjisine. Durmaz anlatıcı bir şiir göndermiş bize. Şiirde anlatmak şiiri yoran bir şeydir. Buna dikkat etmek gerekiyor. Peki bir şeyleri hikaye ederse şiir olmaz mı bir şiir? Neden olmasın! Bunun için tahkiye eden bazı şiir örneklerine bakıp incelediğinizde hikaye ederek şiir yazıldığında nelere dikkat edilmesi gerektiğine bazı şeyler fark edilebilir belki. Hangi şiirlere bakmalı mesela: Sezai Karakoç’un Masal şiiri, Metin Önal Mengüşoğlu’nun Şehirde Sabah, Cumali Ünaldı Hasannebioğlu’nun Semud şiiri, Kavafis’in Barbarları Beklerken şiirleri mesela.

Hece zor iş!

Mustafa Karadavut hece şiiri diyebileceğimiz bir şiir yazmış. Hece şiirinde günümüzde özgünlüğü yakalayabilmek gerçekten daha zor. Bir ses sahibi olduktan sonra o şiirden ve şairden dişe dokunur bir şeyler bekleyebiliriz. Ve hecede bunu başarması çok daha zor. O ses için de kendinizden önceki şairleri tanımamız gerekir. Kulağımızın şiirle dolması gerekir.

Ben şunu savunuyorum: Modern şiir yazan bir şair divan şiirini, halk şiirini, tekke şiirini, dünya şiirini bilmelidir. Peki bunu sadece modern şair mi bilmelidir. Hayır! Hece şairi de bilmelidir. Varsa, yaşıyorsa divan şairi de bilmelidir! “Ben benim tarzım dışında yazılan şeylerin şiir olduğunu kabul etmiyorum” diyerek ancak edebiyatın dışına düşmüş olursunuz. Yazdıklarınızın fanatik bir savunucusu olup onların nereye oturduğunu fark edemez duruma düşmüş olursunuz. Karadavut kardeşimiz hece şiiri yazmış olmakla bu eleştirdiğimiz yaklaşıma düşmüş olmuyor elbet. Sadece bunları söylememize vesile olmuş oldu. İnşallah hecede güçlü bir yere gelir.

Zehra Avcı 13 yaşında bir okurumuz. Bir İstanbul şiiri yazmış. İnsanların genellikle edebiyatla tanışmaları 14- 15 yaşında oluyor memleketimizde. Dünyada da böyle midir, bilemiyorum. Lise 1’den öncesi sanat edebiyatla ilişki kurabilmek nedense zor oluyor. Zehra’nın bu ilişkiyi erkenden kurmaya niyeti var gibi. Zehra’nın yaşında İstanbul üzerine şiir yazan birinin şehrin kimliğine dair, duruşuna dair değil de İstanbul’un güzelliklerine dair sözler etmesi daha kolaydır ama Zehra şehrin duruş ve kimliğinden bahsetmiş. Bu önemsenmesi gereken bir durum. Zehra’ya edebiyat dergilerinden haberdar olmasını öneririz. Şimdi takip etmek için biraz erken gibi görünse de en azından haberi olmasında fayda var.

Yazarı onbinler olan yazılar yazmamalı!

Şimdi ismini vermeyeceğim bir okurumuzun bir paragrafını okuyoruz: “Eylül ayaz ayaz vuruyor yüzüme, sonbahar “geldim” diyor. Masamda okunmamış kitaplar, bir köşede bitmemiş yazlık işler, aklımda kurulmamış hayaller, takvimde eylül… Hepsi bir araya gelince yaz şarkısı dilimden siliniyor.”

Bu paragrafı okuyunca kendimi yazarı olmayan bir metin okuyor zannettim veya yazarı onbin kişi olan bir metin. Aslında böylesi cümlelerden kurulu güz yazılarının binlercesine rastlamak mümkün. Oysa gönül sadece bir yazarın yazabildiği bir güzü okumak istiyor sanki. Bir kalem işçisi ne yaparsa yazdığı yazıyı kendi yazısı edebilir, bunu düşünmek lazım. Bunu ciddi ciddi düşünmek lazım. Mesela dergimiz yazarlarından Süleyman Ragıp Yazıcılar’ın yazılarına bakıyorum da, helal olsun, bu arkadaşımız ne yapıp edip yazısını kendine ait kılabiliyor. Kimi okurlarımız diyecektir ki “her yazar öznel olmak zorunda mıdır?” Bence evet, her iyi yazar bir şekilde öznel bir dile sahip olmalıdır. Oradan da özgünlüğe geçecektir. Ama hep öznel devam etmek zorunda değildir elbette. Fakat köşemize yazı gönderecek arkadaşlardan bunu rica edeyim: Lütfen bana ahkam kesen yazılar yerine, duygusal belirsiz mızıldanmalar değil de kötü, sıradan basit olmasından korkuyor olsan bile, öznel, kendinden bir şeylerden bahset. Çantanı anlat, kitaplığını anlat, mahallendeki insanları anlat. Belirgin bir şeylerden bahdet. Ne olur bunu yapın, ne olur! İnanın daha başarılı olacaksınız!

Efendimizle ilgili ayakları yere basmayan uçuk yazılar!

Sizi bilmem ama ben peygamberimizle ilgili abartılı sevgi gösterisinde bulunan yazılardan nedense rahatsız oluyorum. Evet, yanlış okumadınız, rahatsız oluyorum. Açıkçası itiraf ediyorum, bahsettiğim tarz yazılar bana hiç de “vay be ne kadar da çok seviyormuş efendimizi, maşallah!” dedirttirmiyor.

“Nerdesin ey Resul, Sen gelmedin, sen bir gelsen her şey harika olacak” tarzı yazıları çok ikiyüzlü buluyorum. Kimse kızmasın, nasıl nerde peygamberimiz, görüşen görüşüyor kardeşim! Sünnetine sarılırsan “Ah efendim niye gelmiyorsun” deyip durmazsın! Böyle romantik hitaplarla bir peygamberin risaleti, çabası, gayreti, tebliği boşa çıkarılamaz, çıkartılmamalı!

Böylesi bir peygamberciliğin hırıstiyanlıktaki peygamber putlaştırmaya varacağını sanmıyorum ama ondan çok aşağıda kalacağını da düşünmüyorum. Şöyle bir problem var: Onlar hiç yoktan tanrılaştırıyorlar yani yanlış da olsa bir ilahlaştırılmış peygamber algıları var. Bizdeki bu “popüler, sulugöz romantik hitaplar” ile peygamberimize seslenmeler nübüvvetin mesajını ıskaladığı gibi edebiyat açısından da pek makbul bir yere oturmuyor. Sözlerimin yanlış anlaşılıbilitesi çok yüksek olsa da söylemek istiyorum çünkü çoğu söylemesi gereken kişi bunları söylemiyor, söyleyemiyor, meydan bu arabesk söylemlere kalıyor.

Samimiyseler ellerinden öperiz ama bir şartla: Kötü yazmasınlar!

Elbette bir gencin efendimizle ilgili güzel duygular beslemesi, O’nu özlemesi takdir edilesi bir durumdur. Böylesi gençlerin ellerinden öperiz. Lakin iş yazı yazmaya geldiğinde o zaman üç beş kelam etmeye hakkımız olur.

Dediğim gibi efendimizi gerçekten çok seven, çok özleyen bir gence hiçbir olumsuz söylemeye hakkımız yoktur ama biraz “lafta kalan” ibarelerle, içimizdekini yansıtmayan itidal ötesi duygusal sözlerle de seslenemeyiz. O sanki hiç gelmemiş gibi seslenemeyiz. O’nun sürekli, binlerce yıl aramızda olması gerekmiyor. “O olduğunda her şey eksiksiz olacaktır” şeklindeki itikadı bozuk bir anlayışa da düşmemek gerekiyor. O geldi ve emaneti aramızdadır; becerebiliyorsan sarıl ona! Bunu yap görüşmesi de başka şeyler de kolay biiznillah!


Asım Gültekin'ın Yazısı.