Gerek mevkisi gerekse mimarisi bakımından havadan, denizden ve karadan görenleri büyüleyen ihtişamlı Osmanlı sarayını gezmeye başlarken; yüksek duvarların ardından saltanat kapısına yaraşır bir kapıdan Bâb-ı Hümâyun’dan içeri süzülürüz dış avluya doğru.

Ulu çınarların bulunduğu yoldan geçerken dikkat edin ağaçlara; kiminin içinden incir ağacı büyümüştür. Kuşların taşıdığı incir tohumlarının meydana getirdiği incir, çınarla sarmaş dolaş büyür bir bedende. Aynı Osmanlı’nın pek çok milleti kucaklaması misali, kucaklar çınar inciri ve yaşamasına izin verir kendi bedeninde.

Devlet işlerinin görüşüldüğü Divân-ı Hümâyun, Padişahın yabancı elçilerle görüştüğü Arz Odası ve konuşulanların duyulmasını engellemek için yapılan çeşmeler, tüm düşmanı titreten Osmanlı padişahlarının kaftanları, gözleri kamaştıran Mink sülalesine ait Çin porselenleri, dünyanın en değerli taşlarıyla süslü savaş aletleri, zümrütlü kama, muhteşem tahtlar ve namına değer pek çok efsanesi olan kaşıkçı elması elbette ziyaret edilmeli. Ama benim size Topkapı’da değinmek istediğim yer sadece gözünüzü değil ruhunuzu da etkisi altına alacak bir oda: Has Oda.

Has Oda bugün kutsal emanetlerin ev sahipliğini yapadursun; bir zamanlar padişahların daimi ikametgâhı ve ofisiydi. Bahçeden girişte soldaki yalın taş size neyi çağrıştırır bilmem ama bu Padişaha her gün ölümü hatırlatmak için konan musalla taşıdır. Kutsal emanetlerin Osmanlı’ya intikali Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ın fethiyle Halife olmasıyla başlar (1517). Bu ne kadar savaş sonucu gibi gözükse de aslen ruhani bir süreçti. Yavuza çağrı ilim erbabı arkadaşı Hasan Can’ın rüyasıyla gelir. Rüyada Hasan’a dört Arap gelir: ”Selim Han’a söyle Rasulü halifelik için onu bekliyor.” İri kara gözlü sık sakallı genç devam eder ve kendilerini tanıtır: “Bunlar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman. Ben de Ali’yim.”

Sultan Yavuz fetih sonrası ilk hutbesinde Hâkim-ül Harameyn (Harem’in hakimi) diye tanıtılırken gözyaşları içerisinde “Ben ancak Hâdim-ül Harameyn (Harem’in hizmetlisi) olabilirim.” Der. 1917’de Fahrettin Paşa’nın Medine’den gönderdikleriyle beraber kutsal emanetler 605 parça olarak son halini alır.

Hırka-ı Şerif Peygamberine hürmet ve saygıda kusur etmekten korkan ama koca haçlılara kök söktüren Osmanlı’da Ramazan’ın 15. günü devlet erkânı ve davetliler tarafından ziyaret edilirdi. Ayasofya’da öğle namazını takiben ziyaret başlar, şadırvanda girişte ve çıkışta eller yıkanır bu suretle dışarının kiri tozunu içeriye, içerinin kutsal tozunu ise dışarı çıkarmamak amaçlanırdı. Başta Padişah Hırka-ı Şerif’in eteğini öperdi. Hırka, zemzeme batırılmış, saray tarafından hazırlanmış, Peygamberi öven yazılar yazılı destimal (el mendili) ile silinir, amber dumanıyla kurutulurdu. Mendil ziyarete çağrılan nasipli kula hediye edilir, o da ömrünün sonuna kadar bunu hürmetle saklar ve evladına şöyle vasiyet buyururdu: “Beni gülsuyuyla yıkayasın, yüzümü destimalle örtesin, kefenimi tekbirle bağlayasın, beni Rabbime Yasin-i Şerif ile yolculayasın.”


Hande Berra'ın Yazısı.